360
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Siena ve Palio
    Feride Pınar Arabacıoğlu, Arş. Gör. Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü
    Burçin Cem Arabacıoğlu, Doç. Dr., MSGSÜ İç Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

“Çılgın Projeler” ve Akıl Tutulması

Eyüp Muhcu, Mimarlar Odası Genel Başkanı

Türkiye’de 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri sürecinde iktidar tarafından “çılgın” olarak ifade edilen kimi büyük ölçekli “rant” projeleri üzerinden yoğun bir kampanya yürütülmüştür. “Kentleşme ve gelişimin aracı” olarak sunulan, kent bilimini ve mimarlığı dışlayan ve bir dayatma olarak gündeme gelen projeler içerisinde “çılgın, vizyon, misyon, kalkınma” gibi kelimeler sık sık tekrarlanarak, “Fatih’in İstanbul’u fethi”, “asrın projesi” gibi nitelemelerle özdeşleştirilerek ulusal yayın yapan hemen hemen bütün TV kanallarından canlı olarak kamuoyuna duyurulmuş; seçim kampanyaları boyunca yazılı ve görsel basında geniş bir şekilde yer almıştır.

Her bakımdan trajik gelişmelere gebe olan bu “çılgınlıkların” yeterince ve doğru bir şekilde değerlendirilebildiğini ve toplumun aydınlatılabildiğini söylememiz mümkün değildir.

Mimarlık ve kentleşme alanında yasal, kamusal, toplumsal ve tarihsel sorumlulukları olanlarda genel olarak bir “akıl tutulması” yaşanması ise en az bu projeler kadar endişe vericidir. Belki de asıl olarak düşünmemiz, kaygılanmamız gereken bu “derin sessizlik” olmalıdır.

Böyle bir ortamda gündeme gelen “projelerin” sağlıklı değerlendirebilmesi için yaşanan tarihsel deneyim ve birikimlerin ışığında sürecin ve sorunların bir bütün olarak ele alınması gerekir. Bu yazı kapsamında konu ile ilgili olarak kimi temel hususlara değinmek sözkonusu olabilecektir.

Dünyada ilk kent plancısı olarak bilinen Hippodamos tarafından kent planının uygulandığı yaşadığımız bu coğrafyada, şehircilik ve mimarlık adına pek çok ilkler yaratılmıştır. Aynı zamanda kültürlerin beşiği olan bu topraklarda Roma, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde eşsiz ve özgün nitelikte tarihî kent merkezleri, mahalleler ve mimari yapıtlar kazandırılmış ve bu değerler pek çok tahribat ve kayıplara karşın günümüze kadar ulaşabilmeyi başarabilmişlerdir.

Cumhuriyetle birlikte “modernleşme” anlayışına bağlı olarak planlı kentleşme ve modern mimarlık anlayışı ülkemizde önemli bir mesafe almış ve birçok eser kazandırmış, ancak oldukça kısa sürmüştür. 1950 sonrası “plan” yerini “plansızlığa”, mimarlık ise kaosa bırakmıştır. Bu koşullarda tarihsel deneyim ve birikimler ne yazık ki geleceğe taşınamamıştır. Bu anlayış doğrultusunda giderek yaşanılır olmaktan uzak, afetlere davetiye çıkaran, sağlıksız, niteliksiz ve kimliksiz kentleşme ile yüzleşmeye başlanmıştır. 1980 sonrası ise ülkemizde, küresel kapitalizmin krizini aşmak için öngördüğü neo-liberal politikalar gündeme gelmiş ve bu politikalar en yaygın, kuralsız uygulama olanağını 2002’den sonra merkezde ve yerelde egemen olan AKP iktidarları döneminde bulmuştur.

Bu çerçevede “tüketimin örgütlendiği alanlar” olarak ülke kaynaklarımız, kentlerimiz, tarihsel ve doğal değerlerimiz sistematik bir şekilde ranta kurban edilmeye başlanmış, bu kapsamda pek çok rant kararları bir “dayatma” olarak gündeme gelmiş ve önemli tahribatlar yaşanmıştır. Başta kamusal varlıklar olmak üzere herşeyi “meta” olarak gören bu politika ve uygulamalardan en çok etkilenenlerin başında kentlerimiz gelmektedir. Son yıllarda başını TOKİ’nin çektiği, kentsel gelişim ve planlama süreçleri yerine, “kentsel dönüşüm” adı altında çağdaş ve bilimsel bir planlamayı yok sayan, sosyal, kültürel girdisi olmayan, insana ve doğaya yabancılaşmanın örnekleri niteliğindeki “projeler” ikame edilmeye başlanmıştır.

Bu arada bütün kentler için model olarak önerilen, 2007 yılında yürürlüğe giren ve daha sonra 2009’da revize edilen “İstanbul’un Anayasası” olarak kamuoyuna sunulan 1/100.000 Ölçekli İstanbul İli Çevre Düzeni Planı bu anlayış doğrultusunda yapılması gündemde olan “projeler” toplamından oluşuyordu. Planın bütün yanlışlarına rağmen, bugün fiilen yapılmakta olan Boğaziçi’ne 3. Köprü, içinden otoyol geçen Tüp Geçiş vb. projeler bilimsel verilere dayanılarak reddedilmesi en önemli ve doğru karardı.

12 Haziran Genel Seçim sürecinde ise önce işgal edilen orman alanlarının imara açılması, iskân alanlarında sınırsız imar hakkı ve imar affı niteliğinde kaçak yapılara iskân verilmesi gibi şehircilik ilkeleri, planla ve hukukla bağdaşmayan taahhütler gündeme getirilmiştir. Daha sonra, bütün bu “çılgınlıklar” yetmezmiş gibi, AKP Seçim Beyannamesi’nde İstanbul’a “Kanal İstanbul” ve “İstanbul’un iki yakasına iki yeni kent”; Ankara’ya “yeni bir kent” ilavesi; İzmir’e denizde, içinden otoyol geçen “tüp tünel”; Diyarbakır’a Dicle nehri üzerine yeni bir kent ve Suriçi’nin dönüştürülmesi, Trabzon’a deniz doldurularak rant projesi yapılması vb. adında yeni projeler gündeme getirilmiştir.

Profesyonel bir organizasyonla reklamı yapılan projeler hakkında kısa bir değerlendirme yaptığımızda, öncelikle bunların birer seçim vaadi ve bütçesi dahi olmayan, içi boş, gayriciddi “siyasal ve rant” niteliğinde kararlar olduğunu vurgulamamız gerekiyor.

Bu projelerin yapılmaları için ileri sürülen ulaşım, depreme hazırlık ve kentleşme gibi sorunları çözmeyeceği, tersine bunlar bahane edilerek “yağma” niteliğindeki kararların meşrulaştırılmaya çalışıldığı ve sorunların daha da artacağı ve içinden çıkılamaz hale geleceği çok açık olarak görülmektedir.

Sözkonusu kararların uygulamaya geçirilmesi halinde ise telafisi mümkün olmayan sonuçlarla karşılaşacağız. İstanbul’un zaten yetersiz olan altyapı, ortak donatı ve yeşil alanları, yaşam kaynakları daha da yetersiz hale gelecektir. Yapılmasına karar verilen 3. Köprü otoyolu ve bağlantı yolları ile yapılaşma baskısı artan kuzeydeki orman, tarım alanlarının ve içme suyu havzalarının tamamen elden çıkarılması ve Karadeniz kıyılarının betonlaşması sözkonusu olacaktır.

Ayrıca bu kararlar hükümet ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından büyük kamu kaynakları harcanarak, 300’ün üzerinde biliminsanı ve uzmana hazırlatılan ve kamuoyuna “İstanbul’un Anayasası” olarak sunulan “1/100.000 ölçekli planın çöpe atılması” anlamına gelmektedir. Kent, bölge ve ülke bütünselliği gözardı edilerek önerilen projelerle, planda öngörülen bütün eşikler aşılmaktadır. Bu kapsamda, İstanbul için öngörülen azami 17 milyon nüfusun üzerine 5-10 milyon yeni nüfusun ilave edilmesiyle kentin kapasiteleri felç olacaktır. Yeni göçlerin özendirilmesi nedeniyle doğu-batı arasında var olan dengesizlikler daha da artacaktır. Toplu taşımayı dışlayan yeni otoyolların önerilmesi yeni ulaşım sorunlarını da beraberinde getirecek ve bağlı olarak yeni köprülü boğaz geçişleri gündeme gelecektir. Projeler, sonuçları itibariyle varolan planı ve planlamayı reddeden, kentin bütün kaynaklarının tüketilmesine neden olacak birçok yanlış içermektedir.

Sorunları çözmeyen ve varolan sorunları çok daha büyüten kararların arkasında asıl amacın “rant” ve siyasal “yarar” elde etme olduğu bilinmektedir. Basına da yansıdığı şekilde mutlak yapı yasağı olan Silivri-Çatalca hattında yapılması düşünülen “Kanal İstanbul” projesi ilan edilmeden önce bölgedeki arazilerin % 70’i el değiştirmiştir. Ortada somut bir proje olmamasına karşın, şimdiden birinci sınıf tarım arazileri “imar parseli” olarak yüksek bedellerle pazarlanmaya başlanmıştır. Ve elbette AKP, “kentsel rant” vaatlerinin semeresini 12 Haziran seçimlerinde oya tahvil etmek istemektedir.

İstanbul’da içinde bulunduğumuz deprem riski gerçeğine karşın, bugün 4-5 milyon yurttaşı barındırabilecek kapasitede 1 milyona yakın yeni konutun atıl olarak durması ayrı bir çelişkiyi ve açmazı oluşturmaktadır. Kent merkezine uzak ve bu nedenle kentin olanaklarından yararlanamayacak olan, yalıtılmış, insana ve doğasına aykırı, kimliksiz ve “modern getto” niteliğindeki yeni kentlerde bu durum daha dramatik bir şekilde ortaya çıkabilecektir.

İstanbul, tarihsel süreç içerisinde Asya ve Avrupa kıtası üzerinde oluşmuş, üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış “dünya mirası” niteliğinde çok önemli bir kenttir. Her iki kıta üzerinde konumlanması onun en önemli özelliklerinden ve kimlik değerlerindendir. Bu niteliğini gölgeleyecek veya ortadan kaldırılmasına neden olabilecek bütün kararlara karşı durulması gerekir.

Çılgın projelerin gündeme getirildiği diğer kentler için de son derece ciddi sorunlar sözkonusudur.

Bütün kentlerde planlama bütünlüğünü gözardı eden parçacıl bir yaklaşımla rant kararları dayatılmaktadır. Ankara’ya ek yeni kentin bütünle ilişkisi ele alınmamıştır. İzmir ulaşımının denizde, içinden otoyol geçen bir tüp geçişe ihtiyacı olmadığı gibi, proje ulaşımda yeni sorunları davet etmektedir. Sulukule’de gerçekleştirilen, Fener, Balat ve Tarlabaşı’nda yapılmak istenen kültür varlıklarının yokedilmesi sürecinin Diyarbakır Suriçi’nde de yapılması, Dicle nehri ve vadisinin tahrip edilmesi, Trabzon’da kent merkezinde elde kalan son koyun rant projesine kurban edilmesi önerilmektedir.

Eğer bu hatalı beyanlar sadece bir fikir düzeyinde kalmazsa, gelecekte içerisinde insanların yaşamadığı, “hayalet” kentlerden de sözedebiliriz.

Aslında, otoriter yönetim anlayışlarında görülen bir “dayatma” olarak projelerin gündeme gelmesi tek başına bile bu kararların reddedilmesi için yeterli bir nedendir. Buna rağmen “taraf olmayalım” gibi bir yaklaşımla “biliminsanı” ya da “uzman” kimlikleri ile ortaya çıkarak mesleki, bilimsel değerlendirmeyi tavsayan ve süreci meşrulaştırmaktan başka işe yaramayan davranışları makul görmek mümkün değildir. Günümüzde hiçbir demokratik ülkede bilim ve toplum dışlanarak karar verilmesi sözkonusu olamaz. Sadece kentleşme ile ilgili bu örnekler dahi hükümet ve kimi çevreler tarafından “ileri demokrasi” söylemlerinin dillerden düşürülmediği günümüz politikalarının, gerçekte varolan “despotik” niteliği hakkında bizlere yeterli bilgi vermektedir.

Bu süreçte yerel yönetimler ve üniversitelerde tam bir “akıl tutulması” halinin egemen olması şaşırtıcıdır. Kentlere ve mimarlığa karşı anti-demokratik, bilim ve akıldışı müdahaleler karşısında şehircilik ve mimarlık alanında “otorite” olarak kabul edilen mimarlık ve şehircilik okulları ve planlamadan 1. derecede sorumlu olan yerel yönetimler, sanki yüzyıllık “derin bir sessizliğe” bürünmüşlerdir. Yasal sorumlulukları da olan bu kesimlerin süreçte etkin bir şekilde yer almamaları, görüş bildirmemeleri, edilgin ve kendilerine sunulanı kabul etme yoluna gitmelerini anlamak mümkün değildir.

Yıllardır kent ve çevreyi rant aracı olarak yağmalayan, planı ve hukuku yok sayan “bilinç düzeyi” ve “anlayışlar”, bu sorunların oluşmasının en önemli kaynağıdır. Bugün sağlıksız kentleşmeye neden olan bilinç düzeyi, sistemleşmiş bir siyasal politika olarak AKP iktidarı tarafından toplumun içinde bulunduğu zorluklar istismar edilerek kuralsız bir şekilde uygulanmaya devam edilmektedir. 12 Haziran seçimleri sonrası 3. kez elde edilen tek başına iktidar olanaklarının aynı yönde kullanılacağı, ne yazık ki bir gerçektir.

Bunun ilk işareti, seçime 3 gün kala çıkarılan 636 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Çevre Orman ve Şehircilik Bakanlığı kurularak, orman ve çevre alanlarının yapılaşmasının yolunun açılması ve TMMOB ve meslek Odalarına yönelik müdahale anlamında kimi yetkilerin Bakanlığa bağlı olarak kurulması öngörülen Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü’ne verilmesidir.

Oysa kentlerimizi kaosa sürükleyen ve toplumun geleceğini karartan koşulların mutlaka aşılması ve artık yeni “çılgınlıklar” değil, “akılcı” politika ve yaklaşımların hayata geçirilmesi ve bu yönde özverili emek sarf eden Odalara teşekkür edilmesi gerekiyor…

Bu icerik 4920 defa görüntülenmiştir.