358
MART-NİSAN 2011
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR

  • Bir Fotoğraf
    Gürhan Tümer, Prof. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü



KÜNYE
MİMARLIK VE FELSEFE

Turgut Cansever’in Mimarlığı Üzerine Bir Sorgulama

Hasan Ünal Nalbantoğlu, Prof. Dr., ODTÜ Sosyoloji Bölümü

Yazıyı yayına hazırlarken kaybını öğrendiğimiz Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun, yine iki yıl önce kaybettiğimiz Turgut Cansever’in mimarlığı üzerine yaptığı bir sorgulamaya yer veriyoruz: Mimarlık dünyası ve düşüncesi için her iki ismin kaybının büyük bir eksiklik olduğunu söylemek gerek... Nalbantoğlu şu soruları ortaya atıyor: “Cansever’in gerçekleştirdiği yapılar ve hedeflediği çevreler, modern Da-sein’ımızın bu tüm saçılmışlığının parçalarını toplayıp nasıl biraraya getirecek? Yoksa bunlar varlıklı kesimin, o kesim içinde çok küçük bir parçanın erdemli yaşamaya dönük izlenimi veren tuzukuru kısmıyla alışverişe giren mimarlık seçkinleriyle sınırlı kalmayacak mıdır? Gücü yeten, iktidarlı seçkinler mi bunlar? Bu mekânların göreli huzurunda, oraların ışığıyla yıkanarak, geleceğe güven, umut ve imanla bakacaklar kimlerdir?”

Çoktandır mimarlığın bir tür sosyal-kültürel irdelemesiyle haşır neşir, bu arada da bu alanın pratisyenlerini eleştirmiş biri olarak, neden özel olarak Turgut Cansever’le ilgili bu toplantıya katılmayı kabul ettim? Uzun süredir sosyolojide süregiden tartışmalardan biri de, sosyal bilimler ve diğer alanlarda özellikle “özne”ye vurgu yapan görüşü -ki önünde sonunda bu da kişisel mülkiyet, kişisel imza, işte ünlüler geçidi gibi bir şeyleri çağrıştırır- pencerenin dışında bırakmaktır. Oysa, metaforik konuşursak, öznelliği etrafında onca efsaneler örülen sanatçı ölür; yazısı, kompozisyonu, yontusu, resmi, kısacası “sanat eseri” kalır. Bence esas önemli olan da budur. Öncelik buna verildiğinde, benim için Turgut Cansever, şehir ve mimari, göremediğim Demir Evleri, bir zamanlar kütüphanesinde Osmanlı tarihini çalışırken huzur bulduğum Türk Tarih Kurumu binası gibi “şey”lerdir (Dinge, Sache) bir anlamda. Dolayısıyla tartışmamı daha çok bu boyut üzerinden giderek sürdürmeye çalışacağım.

Burada benden kaynaklı hata payı olacaktır kuşkusuz. Bildiğim kadarıyla, Cansever’in geçmişi, yetişme tarzı, inanç sisteminin de elbette onun tasarım zihniyetinde, çalışma tarzında, ortaya çıkan yapılarının oluşumunda bir pay, bir rol oynadığı inkâr edilemez. Mimar dostlar kusura bakmasınlar, her meslekte olduğu gibi modernlik koşullarında da mimarlığın “istatistik ortalaması” (ki büyük bir çoğunluk tutar piyasada boğulan, onun uğultusu, gürültüsünde dolaşanlar ve buna akademik piyasa da dâhildir) karşısında iş dünyasına eklemlenmese de tasarımlarıyla görece o dünyanın dışında durmayı başarmış sıradışı bir mimar olduğu için tartışmalara katkıda bulunmak üzere buradayım. Ama esas önemli mesele bu bile değil.

Bunları söyledikten sonra, öyle görünüyor ki, kendisi bir anlamda “modernizm”in ussal, matematiksel ve düzlemeci dizgesi ve içinde yer tutan, ülkemizde de 1930’lu, 1940’lı yıllarda “kübist” sıfatı yapıştırılan uluslararası mimarlık akımına karşı. Öte yandan vernakülerci de değil. Cansever’in yaklaşımı yine de ağırbaşlı bir “ussallık” sergilediğine göre, önümüze önemli somut örneklerle çıkan bu ussallığı bir şekilde açmamız gerekiyor.

Burada ciddi sorunlar gizlenmekte ama. Artık yazdıkları ve yapıtları kendisinin önüne geçtiği, dil-dünyanın içine savruldukları için Turgut Cansever’in farkında olsa bile kontrol edemeyeceği sorunlar, tehlikeler var. Bir de buna dikkati çekmeye çalışacağım. Kendisi, bildirisinin (manifestosu mu diyelim?) son kısmında öne sürdükleriyle bir tür “seçkincilik”le bakıyor meseleye. Görebildiğim kadarıyla, Sedad Hakkı Eldem gibi mimarlarımızdan da farklı bir yerde duruyor. En başta yaptıklarına inanmışlıkla birlikte giden içtenliği ve yaptıklarındaki tutarlılık kuşku götürmüyor.

Bu sadece bir bilme sorunu, teknik bilgi sorunu olamaz. Daha baştan bir inanç sistemine bağlılıkla iç içe gidiyor Turgut Cansever’in pratiği. Somut konuşursak, scientia önüne geçen bir tür sapientia, bir iman, bir inanç sistemiyle iç içe giden kişisel bir pratik burada sözkonusu. Üstelik kanımca, bu sapientia’yı yalnızca bir tür “ussal” İslam’a ya da tek tanrıcı dine indirgemek de meseleyi fazla basitleştirmek olur. Belki bu zinciri geriye doğru çekip, Eflâtun’un Timaios’unda söylenenlere bile bağlamak gerekebilir; çünkü bizzat kendi yazısının bir paragrafında (5. paragraf) değindikleri gibi, varlık felsefesine uzanmaktalar. Şimdi önümüzde gerçekten ciddi bir mesele var ve metinlerinden, binalarından gördüğümüz kadarıyla, sadece yazmakla, fikir üretmekle kalmayıp, bir de bunu sanki canlı gibi algıladığını sandığım taşa, malzemeye yansıtarak, bilincinde olmasa bile bir tür platonik geometrik düzen yaratmaya çalışan bir mimarla karşı karşıyayız. Yanılıyor muyum?

Şöyle de diyebiliriz: “Matematik Değerler Aslında Toplumsal-Estetik Değerler midir?” başlıklı yazımda öne sürdüğümü örneğimize uygulayacak olursam, en azından Fisagorculuğun güçlü esintileri altında yazmış bir Eflâtun’un Timaios’undaki, maddeye biçim veren tanrısal güç, yani Demiurgos, insan topluluğunu sürekli tehdidi altında bulunduran kargaşa, düzensizlik, kısacası khaos karşısında kalıcı bir kosmos yaratmak uğruna müziğin sesine kulak veren, güzel (kalon) ve iyinin (agathon) yaratıcısı o yüce matematikçi, o mimardan başka kim olabilir ki? Eğer insandan, varlığın tonal skalasında yerini alması, makrokosmos içinde mikrokosmos olarak onu yansıtması bekleniyorsa, kozmosun kaosa galebe çalması, onun yerini alması gerekir. Burada da çirkin olana yer yoktur.

O zaman ilk soruyu soruyorum: “Çirkin” olmaksızın, “güzel” nasıl takdir edilebilir (edilebileceği varsayıldığında tabii)? Eflâtun’un demiurgos’u fazla temizlenmiş bir sanal alan, dikensiz gül bahçesi (sanki şimdiki şu kokmayan “American beauty”) sunuyor bizlere. Aynı demiurgos işliğinde işi bittikten sonra hiçbir artık ve cüruf da bırakmıyor. Bu dizgede kosmos, arı, duru bir usun imgesi. Aynı dizgede Eflâtun’dan İslam matematikçilerine, Leibniz’e, oradan da Le Corbusier’ye uzanan uzun yoldan, sayıların müziği ile başlayan mathesis’in yani İslâm felsefecilerinin deyimiyle “ta’limî ilimler”in belirdiği de gözden kaçmıyor.

Dahası var: Müziğin armonileri ve bu armonilerin modülasyonu, yoğurucu, neredeyse tanrısal bir elle, devlet yönetme sanatıyla, düzen yasalarının konulmasıyla da kaynaşır. Burada hemen hemen siyasetin alanına girmiş bulunuyoruz. Zaten Turgut Cansever’in tartışma odağına aldığımız yazısının son kısmında örtük de olsa böyle bir yönseme var. Elbette şeffaflık, adalet, vb. bunları düşüneceğiz; ama böyle bir durumu da düşünmek, bu konuda kendimize ikazda bulunmak zorundayız.

Adalet ve hakçalık, neredeyse bir tanrısal yaratının müziksel yansımasıdır, dediğimizde, bu doğru mu ama? Üstelik içinde yaşadığımız modernlik koşullarında parçalanmışlık ve bitmemişliği parolası yapmış, her şeyin teslim tarihi hep kaçırılan, üstelik öyle olması da istenilen bir dünyada, bu adalet ve hakçalık nereye kadar sağlanabilecektir? Bildiğim kadarıyla, Cansever’in ürünleri ile insanın “tabiatı” hakkındaki görüşleri birbirinden bağımsız düşünülemez. Onun içindir ki kendisinin yaptığı iş ile inanç sistemi arasında sıkı bir bağ olduğu, gözündeki insan imgesi ile insan için ürettiği şeyler arasında yakın bir ilişki bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Gördüğüm kadarıyla da, muhafazakâr gelenekçiliğe göre oluşacak habitat, bir yöredeki insanların tarih içinde gelişmiş erdemlerinden, düşün seçkinleri tarafından damıtılarak ortaya konulan huzur barınakları kurmayı hedefliyor.

Geçmişte ne zaman Türk Tarih Kurumu içinde çalışsam huzur duyardım. Bu durum yalnızca arşiv belgeleri ya da Ömer Lütfi Barkan’ın, M. Fuad Köprülü’nün artık birçok eksiğini daha açık gördüğüm yazılarını o mekânda okumanın verdiği hazla sınırlı değildi, aynı zamanda binanın içerisine düşen ışıktı da; hem de içeridekilerin kibar-soğuk, fazla seçkinci tutumuna rağmen. Kendisinin maddeye verdiği biçim, maddeyi “enforme ediş” tarzının bu etkide mutlaka payı vardı. Turgut Bey’i de bir keresinde dinlemiştim, “şeylerde uyuklayan şarkıyı”, maddeyi konuşturarak duymamızı sağladığı o yerde zaten. Binalarının dili de hiç kuşkusuz onun arzuladığı varlık halimizi, Heideggerce bir dil kullanırsak Dasein’ımızı yansıtıyor, üzerine doğrudan parmak basmaksızın. Bu da dildeki “orada-oluş”umuzu nasıl arzuladığıyla yakından ilgili. Ama biz “modernler” dilde, “oralarda”, hele Cansever’in tasarlayıp sabitlediği “orada” durabilir miyiz, ciddi kuşkum var. Aradığı ne peki? Bir dinginlik, huzur aranıyor kuşkusuz. Bodrum Demir’de inşâ’ ettiği evleri sanırım bunun tipik bir göstergesi. Kendisi bu yolla, hakçalık, adalet, şeffaflık içinde, insanda modern tüketiciliğin yer etmesini hiç istemediği, (tüketici insan yeni şey satınalmaz o zaman) bir “belleği” kurmaya, inançla, duyarak, ayık düşünmeyi (Besinnung) bir biçimde yaratmaya çalışıyor. Ama sorun şurada: Eğer dilin içine doğup, orada saçılıp barınıyor ve de yine orada ölüyorsak, dilimiz belâmızdır da. O zaman Cansever’in gerçekleştirdiği yapılar ve hedeflediği çevreler, modern Da-sein’ımızın bu tüm saçılmışlığının parçalarını toplayıp nasıl biraraya getirecek? Hele İstanbul’da? Parolası bitmemişlik, parçalanmışlık olan bir tarih döneminde kimlerdir bu zor işin, yükün altına başarıyla imza atabilecekler? Yoksa bunlar (yine vulgar bir dille konuşacak olursam) varlıklı kesimin, o kesim içinde çok küçük bir parçanın erdemli yaşamaya dönük izlenimi veren tuzukuru kısmıyla alışverişe giren mimarlık seçkinleriyle sınırlı kalmayacak mıdır?

Önemli bulduğum bu sorunu dürüstçe, açıkça tartışmamız gerekir. Biliyoruz ki, gelenek, bellek, hatırlama gibi şeyler, şu hoyrat modernliğin hiç de ihtiyaç duyduğu şeyler değil. Bizler de bunu pratik yaşamımızda, sıkça da kendimizle tutarsızlığa düşerek yaşıyoruz. Sonunda bu bir ethos sorunu. Plebleşememiş, yurttaşlaşamamış, korkak ama alabildiğine kurnaz bir köylümsü kentsoyluluğun pençesindeki bir toplumda (ki ‘gelişmiş’(?) dünyanın çoğunluğu bile pleb ötesine geçip (ya da gerisine düşerek) başka bir yerlerde dolanmaktadır) vizyonu kendi içinde ne denli tutarlı olursa olsun, bilgelik ve erdeme vurgu yapan bir inşâ’ ustasının diyaloga girebileceği ve o ortadaki üçüncü dost (Aristoteles) üzerinden konuşabileceği insan tipi kimdir? İşte bunu merak ediyorum. Gücü yeten, iktidarlı seçkinler mi bunlar? Bu dokularda, bu binalarda yaşayacak, çalışacak, bu mekânların göreli huzurunda, oraların ışığıyla yıkanarak, geleceğe güven, umut ve imanla bakacaklar kimlerdir? Kaldı ki bugün Türkiye’de, sözgelimi Ankaralı, İstanbullu, İzmirli, hiç kimse çıplak bir doğa görmüyor ki. Kentlilerin çevresi çıplak ve tertemiz değil. Tersine, çoğu kez her anlamda kirli bir çevreden geçerek değişik kentli kesimlerin dil/dünyasında Umwelt’leşen bir çevre bu. Sonunda da bu çevrenin sorgulanışı, günümüz insanının kendi doğasının, natura’sının, physis’inin ne olduğunu sorgulamaktan geçer. Burada da tek bir kesimin natura’sıyla sınırlı kalamaz hiçbir “vizyon”.

Tartışmayı daha fazla tekelime almadan, iki noktanın altını çizerek bitireyim. Turgut Cansever’in Ideası, “şeyler”e belirli bir ussal dil kazandırmak üzerine kurulu ve bunu da besleyen bir değer sistemi var. Bu çabaya saygı duymamak olanaksız. “Şey”i sonunda biçimlenebilen bir maddeyle sınırlarsak, ki çok yanılmıyorsam kendisi de “madde” ile “malzeme” arasındaki farkın bilincinde olarak, çoğu inşaat ustasının ve mimarın sandığının tersine, maddeyi cansız malzeme olarak görmüyor. Örneğin amorf bir graniti sanki yaşayan bir şey gibi düşünüyor ve oradaki varlığın dilini şakıtmaya çalışıyor sanırım; maddeye getirmeye çalıştığı görünüşün (eidos) nihai kalıpbiçiminde (morphe) yansımasını arzuladığı en güzel matematiksel düzenle vermeye çalışırken. Ama bu arada sadece taşa biçim vermekle, deyim yerindeyse “taşı öldürüp de binayı yapmak”la bitmiyor olay. Bir de binada yaşayanların etraflarını saran mekândan dolayı içeriden biçimlendiğini de düşünmek gerek. Bu nedenle, dilimizde enformasyon (İngilizcede “in-formed”) sözcüğünü tutmak istiyorum. Bu her zaman kötü bir şey değildir ve eminim ki Turgut Cansever, insanın varlık zinciri içindeki yerini sadelik, titizlik ve alçakgönüllülükle yaşamaya davet etmekte, binaları yoluyla bu çağrıda bulunmakta. Bunu tartışalım isterim.

İkincisi, işin sanat kısmı. Dediğim gibi, Turgut Cansever imzalı şeyleri, bir de yaratıcısından bağımsız görmek gerek. Bu iddiamı en iyi George Steiner’in yakınlarda çıkmış bir eserinden yapacağım şöyle bir alıntıyla destekleyebilirim: “ ‘Oku beni, seyreyle beni, dinle beni’ der ciddi edebiyat, sanat ve müzik yapıtı, ‘böylelikle bitmemişliğimin sevinç dolu hüznünü, sürekli yenilenen hayretini paylaş. Eylemdeki bu bitmemişlikten, ulaştığım en üst noktanın hemen ötesinde duran, [ulaşamadığım] şeyden insan tinine ne kanıt gelirse onu türeteceksin böylece.’ ” [vurgu benim] Aynı ozansılığın mimarlık eserleri için de geçerli olduğunun altını çizerek bitireyim.

 [Aykut Köksal’ın yönettiği panelde yapılan bu konuşmayı izleyen öteki panelistlerin (konuşma sırasıyla Rana A. Aslanoğlu, Günkut Akın, Tansel Korkmaz) katkıları ve Turgut Cansever’in yanıtlarının ardından yazar, açmaya çalıştığı, öncelikle de Cansever’le paylaşacağını umduğu noktaların yanıtını alamadığını belirterek birkaç noktaya daha vurgu yapmıştır]:

Hasan Ünal Nalbantoğlu:

Her birimiz zaten “gelecektelik” (Zukunftigkeit) içindeyiz ve bu gelecekteliği “şimdi”de (Jetzt) yaşıyoruz. Benim son değindiklerim sizin şu anda saklı gelecekteliğinize işaret eden bir şeydi ve bunlar yapıtlarınız üzerinden düşünülmelidir. Yapıtlarınız, tüm ciddi, kalburüstü eserlerde olduğu gibi, bitmiş görünseler de şaşırtıcı biçimde bitmemişlerdir. Ulaşmak istediğiniz en son noktanın ötesinde bir nokta var ve bu noktaya ulaşamıyorsunuz, bütün ciddi uğraş içinde olanlar gibi siz de sanki. Hem bu durum ciddi düşünen, uğraş veren hangimiz için geçerli değil ki? Bazıları bunu düşünmez; örneğin kapkaççı müteahhitler, gökdelen vs. dikmekle meşgul dev şirketlerin sorumlu yöneticileri, üzerinde durduğumuz noktalar üzerine en ufak tefekküre dahi girme eğilimi olan insanlar değil. O bakımdan, yönelttiğim eleştiriye rağmen çabanız benim gözümde çok önemli, çok değerli. Sizin için bir yaşam uğraşı haline gelmiş. Yine de vizyonunuzu konuşlandırdığınız metindeki son cümleniz beni şaşırtıyor. Aşağı yukarı, “Hepimiz tek tek bunu kendimizde gerçekleştirecektir” diyorsunuz, değil mi?

Şimdi, yaşam bana bazı olanakları daha iyi tanımış olsaydı, bugün gelebildiğim noktaya herhalde 30 yaşında varırdım. Tabii ulaşamadığım noktalar da olacaktı -ki hep olacak- ama yeni çevren çizgilerine çekiliyor olacaktılar. Demem şu ki, hakça, adaletli olan her şey, sahte olmayan bir iletişimin oluşturduğu, paylaşılan bir kamu alanıdır da; yoksa şimdiki medyanın kurnazca doldurup boş ileti pompaladığı uğultu alanı değil. Ben, “bu özlemi çekilen alanı nasıl gerçekleştireceğiz ütopyanızda ve hele ütopyanın görünüşte bittiği şu dünyada?” diye soruyorum. Çünkü sizin de çok iyi bildiğiniz gibi “ütopya” Yunancada ou topos’tur, yani “olmayan yer”dir. Tahayyüllerimizdir, düşlerimizdir. Ünlü bir klasisistin (Moses I. Finley) yorumuyla ilk sözcükle (ou) azıcık oynarsanız, eu topos olur, yani “iyi yer”, iyi bir yaşamın kurulacağı tahayyül edilen yerdir bu olmayan yer. Beni sizin yaşam uğraşınızla bir tür diyaloga iten şey de, Almanların Sache dediği, bir meselenin, sonunda da yaşamın tarafınızca ciddiye alınmış olduğunu, zihninizin yanı sıra gönlünüze de vurduğu için yapıtlarınızın o görünüşleriyle ortaya çıktığını düşünmemdi.

Öte yandan da vizyonunuzun eksikleri, dışarıda bıraktıkları, hatta olası mahzurları burada tartışılsın isterdim. Nasıl gerçekleşecek vizyonunuzda önerdikleriniz şimdiki brütal dünyada? Ütopyalar iyidir, hoştur da, kusura bakmayınız, ben aynı zamanda “brutal” bir gerçekçiyim. Bu nedenle, sizin “güzellik” üzerine deminki söyleminizi kabul edemeyeceğim, kusura bakmayın. Öyle bir güzellik yoktur. Etrafınızda çirkinlik olmadan, hiçbir zaman güzelliği takdir edemezsiniz. İşte, kendiniz geldiniz, karşıtların çatışmasından sözettiniz, oluşum içindeki şeylerdeki diyalektiğe girdiniz. Ben bunu başka bir dile kolaylıkla çeviriyorum kendi hesabıma. Ama karşıtı olmadan güzellik neye yarar ki? Bu bir.

Diyoruz ki, işte İstanbul, binaları, depreme hassas yerleriyle, yönetimlerde çatışan karşıt ideolojileriyle vb. ortada. Bu durumda sürdürülebilir bir yaşam için geliştirilen değişik tasarımlar şimdiki dünyanın içinde bir çözüm arayışı, bitmeyene giden bir yolculuktur. Ben aslında konuşlandırılan uzak noktaya hiçbir zaman ulaşamayacağımıza eminim. Gerçekleşemeyecek öyle tahayyüller; üstelik bir tür nostalji kokanları da tehlikeli. Öte yandan Sayın Cansever’e teşekkür borçluyum. O da şöyle bir nedenle: Kendi hesabıma, şimdilerde Aristoteles’i giderek daha bir dostum görmeye başladım. Fârâbi de Eflâtun da var ama, özellikle Aristoteles’in sağlam gerçekçiliği ayaklarımızı hâlâ yere bastırtacak türden. Sayın Cansever’de Eflâtuncu bir yan olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, Aristoteles’ten öğrendiğim bir şey var ki, onu sizde görmek insanı esinlendiriyor. O da kendisinin noûs poietikos dediği ve benim “sezenus” olarak çevirmeyi uygun gördüğüm bir kavram. Son zamanlarda, Batının o çok yetkin çevirmenleri bile, kendi Viktoryen zihniyetlerinden sıyrılmaya mecbur kaldıkları için eskiden “maker mind” yani “yapan akıl”, “eden akıl” diye çok teknolojist bir tavırla çevirdikleri bu noûs poietikos’a Aristoteles’teki vurguyu vermediği için yeni karşılıklar aramaya başladılar. İnsan olduğumuzdan, tek “ölümlü” varlık bizleriz. Eski Yunan’da aion dedikleri “akanzaman”da sınırlı yaşamı sürdürürken gözümüzü dikmişizdir aei dedikleri, benim “yokzaman” diye çevirmeyi tercih ettiğim ebediyete. İşte bu “insanlık hali”nde yazdıklarınız ve diktiklerinizde şavkılanan gönül açıklığı tam da o sezenusa işaret ediyor.

Turgut Cansever:

Ben bir şey söylemek istiyorum: Tabii ki güzelin varolması, çirkinin varolması da mümkün. O bakımdan ülkemizi gelecek için ümitle düşünebiliriz. Çünkü çirkini gerçekten yaşıyoruz; en başta da İstanbul’da. Önemli olan bunun bilincinde olmak ve açık açık söylemek cesareti. Bunu da biz biliyorsak, bunu biz çok yüksek sesle ifade [etmeliyiz].

Hasan Ünal Nalbantoğlu:

Buna ben de çok inanıyorum; yüksek sesle ifade etmemiz gerekiyor. İnanılmaz bir şey suskunluk içinde oluşumuz; kötü, çirkin sanki yokmuşçasına davranıyor, üzerine konuşma cesareti göstermiyoruz. Sağolsunlar, mimarların da bunda payı var. Karşı bir örnek: Çok yakınlarda televizyonda Yunanistan üzerine bir program vardı, başbakanları çıktı, röportaj yapıyorlardı, nezaket olsun diye muhabir hanım, “Atina güzel bir kent” dedi, Simitis “Hayır, Atina güzel bir kent değil, yani güzel yerleri var ama Atina güzel bir kent değil” cevabını verdi. Bunu bir politikacının söylemesi büyük bir olay; bizde pek de rastlanmayacak bir olay. Bunu mimarların yüksek sesle söylemesi daha anlamlı olurdu, diye düşünüyorum. Bu kusur tümüyle mimarlarda aranmamalı elbette; ama neden onlar da üstüne gidip söylemezler. Bu da ilginç değil mi?

Turgut Cansever:

Ben esir edilmiş bir nesil diyorum bunun için. Yani işini yapma hakkından yoksun kılınmış bir nesil.


Sözkonusu yazı sonradan aynı başlıkla iki kez yayımlanmıştır. İlki: Ş. Yalçın (der.) 2002, Bilgi ve Değer, Muğla Üniversitesi Felsefe Bölümü “Bilgi ve Değer” Sempozyumu (17-18 Mayıs 2002) Bildirileri, Vadi Yayınları, Ankara, ss.176-192. Değişikliklerle yine aynı başlık altında yayımlanan ikincisi: Hasan Ünal Nalbantoğlu, 2010, Yan Yollar: Düşünce, Bilgi, Sanat, İletişim Yayınları, İstanbul, ss.13-26.

Paneldeki konuşmacılara önceden gönderilen “Kentsel Mekân Oluşumu için Yeni bir Görüş” başlıklı metin.

“ ‘Read me, look at me, listen to me’, says the significant work of literature, art, and music, ‘and you will share in the joyous sadness, in the constantly re-newed wonder, of my incompletion. You will derive from this incompletion in action what evidence is given to the human spirit of that which lies beyond, just beyond, my highest reach.’ ” George Steiner, 2001, Grammars of Creation, Faber and Faber, Londra, s.191.

Bu icerik 11585 defa görüntülenmiştir.