357
OCAK-ŞUBAT 2011
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • 2010’un Ardından
    Deniz İncedayı, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü; Mimarlar Odası İstanbul BK Şubesi Başkanı

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

Güncel Yasa Tasarılarında Doğa Koruma

Ayşen Ciravoğlu, Yrd. Doç. Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü

“Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda, açıkça Türkiye’nin doğa koruma konusunda hiç ilerleme kaydetmediğini ifade ediyor. Bunun nedeni, yakın zamanda parlamentoya sunulan Tabiat ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı. Şaşırtıcı olan, Avrupa Birliği’ne uyum gerekçesiyle hazırlandığı “söylenen” kanun tasarısının Avrupa Birliği’nde endişe yaratmış olması.”

“Kuşkusuz, düzenlemelerin arkasındaki temel güdünün, kapitalist ekonomik büyüme anlayışının sürdürülmesi olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Yeni kalkınma paradigmasının, sermayenin yeniden üretilmesine dayalı olmasına karşın ‘doğa’yı koruduğu yanılsamasını yarattığı artık açıkça görülmektedir.”

“ÇED denetiminden muaf olacak biçimde, pek çoğu rezerv alanları üzerinde planlanan 1600’ün üzerinde HES’in kalkınmanın yeni ambalajı olarak pazarlanan ‘sürdürülebilirlik’ terminolojisi içinde meşrulaştırılmaya çalışıldığına tanık olmaya devam edeceğiz.”

“Her türlü kamusal varlık üzerinde sermayenin denetimsizce eylemde bulunmasının yarattığı görece ekonomik iyileşmenin önlenemez yıkımıyla, kuşkusuz ancak satılacak herhangi bir doğal kaynak kalmadığında yüzleşilecek.”

Son yıllarda Türkiye’nin çevre konusundaki sicili gün geçtikçe kötüye gidiyor. Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından dünyanın 17. büyük ekonomisi olarak ilan edilen Türkiye, Yale Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre “çevresel performans” açısından dünya sıralamasında 77. sırada. Bu durum Kasım 2010’da yayımlanan Avrupa Birliği İlerleme Raporu tarafından da tescillendi. AB, raporda açıkça Türkiye’nin doğa koruma konusunda hiç ilerleme kaydetmediğini ifade ediyor. Bunun nedeni, yakın zamanda parlamentoya sunulan Tabiat ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı. Şaşırtıcı olan, Avrupa Birliği’ne uyum gerekçesiyle hazırlandığı “söylenen” kanun tasarısının Avrupa Birliği’nde endişe yaratmış olması.

Endişenin kaynağını anlamak için konunun uzmanı olmaya gerek yok. Mevcut sit alanlarında bile yeni kararlar alınabileceğini öngören tasarının kamuoyunda tepki yaratmaması mümkün değil. Doğa koruma gibi çok yönlü tartışılması gereken bir konuda yetkiyi (kurulda uzmanların % 20, sivil toplum kuruluşlarının ise % 10 temsiliyeti bulunuyor) neredeyse bütünüyle bürokratların oluşturduğu bir kurula bırakan, böylelikle doğa ve biyoçeşitliliği siyasi iktidarın tasarrufuna teslim eden bir anlayışın “koruma” konusunda sicilinin bozuk olacağını öngörmek abartı olmayacaktır.

Türkiye’de çevrenin gündemi kuşkusuz biyoçeşitlilik tasarısıyla sınırlı değil. Bilindiği gibi Aralık ayında Cancun’da (Meksika) dünyanın en uzun ve biyoçeşitlilik açısından en önemli resif sisteminin koruma sorunlarının gölgesi altında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olan ülkelerin 16. Taraflar Toplantısı yapıldı. Toplantıda STK’lar tarafından gündeme taşınan ormanların iklim değişikliğini azaltmadaki rolü konuşulurken, eş zamanlı olarak ülkemizde gündemi işgal eden konu ise Ocak ayında TBMM’ye yeniden sunulması beklenen Orman Kanunu’nun 2. maddesinde yapılmaya çalışılan değişiklik oldu.

Kamuoyunda 2B olarak bilinen bu değişiklik, 31 Aralık 1981’den önce “bilim ve fen” bakımından orman niteliğini yitiren arazilerin hak sahiplerine (işgalcilerine) satışını olanaklı kılıyor. Konunun ilk kez ortaya atılması ise 1970 yılında Anayasa değişikliğiyle gerçekleşiyor. İzleyen süreçte yapılan Anayasa değişiklikleri ve kanunlar ile orman alanları üzerindeki tasarruflar şekillenmeye başlıyor. Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan iptalleri izleyen yeni düzenlemeler, arazilerin hızla ormancılık düzeni dışına çıkarılarak işgalcilerin tasarrufuna bırakılmasıyla sonuçlanıyor. 2000’li yıllardan itibaren yine Anayasa Mahkemesi iptallerine rağmen yapılan yeni düzenlemeler, 2B arazilerinin satışını kolaylaştırıcı yasal zemini oluşturuyor. Ocak ayında karşımıza çıkacak son düzenlemede, bir kısmının TOKİ ve belediyelere kentsel dönüşüm için devredilebileceği öngörülen arazilerin, 22 bin hektarı yerleşim olmak üzere, yaklaşık 470 bin hektar olduğu düşünülüyor.

Tasarının türlü gerekçeleri olduğunu söylemek mümkün. Ağaçlandırma çalışmalarına kaynak bulmak, “orman köylülerinin” kalkındırılmasına destek sağlamak, işgalcilerin bedava yararlanmalarını ortadan kaldırmak gibi amaçları olduğu ifade edilen tasarının ne yazık ki sonuçları bu kadar masum değil. Uygulamanın yeni yapılaşma alanları açarak sermaye birikim süreçlerine yeni olanaklar sağlayacağı ve böylelikle doğanın yıkımını yasallaştıracağı düşünülüyor.

Kuşkusuz yukarıdaki örneklerin de altını çizdiği gibi, düzenlemelerin arkasındaki temel güdünün, kapitalist ekonomik büyüme anlayışının sürdürülmesi olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Dünyanın en büyük ekonomileri arasına girmenin şartının, üretim için üretim yapmaktan geçtiği bilinmektedir. Böylelikle özünde toplumdaki ekonomik ayrışmayı derinleştiren bir “sözde” kalkınma tablosu ortaya çıkmaktadır. Bu durumun yakın zamanda karşımıza “sürdürülebilir kalkınma” terminolojisiyle çıktığını biliyoruz. Yeni kalkınma paradigmasının ise, sermayenin yeniden üretilmesine dayalı olmasına karşın “doğa”yı koruduğu yanılsamasını yarattığı artık açıkça görülmektedir.

İşte böylesi bir çerçevede ÇED denetiminden muaf olacak biçimde Türkiye’de hayvan ve bitki türlerini, insan yerleşimlerini, tarımı, su yaşamını gözardı ederek pek çoğu rezerv alanları üzerinde planlanan 1600’ün üzerinde hidroelektrik santralin (HES) kalkınmanın yeni ambalajı olarak pazarlanan “sürdürülebilirlik” terminolojisi içinde meşrulaştırılmaya çalışıldığına tanık olmaya devam edeceğiz.

Tüm Karadeniz’i kateden ve kıyı ekolojisini katleden, insanları denizden ve denize bağımlı bir ekonomiden koparan sahil yolu gibi İstanbul’un orman alanlarını ve su havzalarını tahrip edecek 3. Boğaz Köprüsü’nün de doğanın, insanın, kentin gelişimi yerine yukarıdaki çerçevede sermayenin etkinliğini artırma odaklı yapıldığından kuşku duymak mümkün değil. Benzer biçimde, enerji konusunda dışa bağımlılığı azaltmak yanılsamasının arkasında yüzyıllar boyu sürecek çevre felaketine davetiye çıkarıldığı gözardı edilerek nükleer santral yapımına olanak tanımak yine benzer bir yaklaşımla meşrulaştırılabilir.

Her türlü kamusal varlık üzerinde sermayenin denetimsizce eylemde bulunmasının yarattığı görece ekonomik iyileşmenin önlenemez yıkımıyla, kuşkusuz ancak satılacak herhangi bir doğal kaynak kalmadığında yüzleşilecek. O gün elimizde sürdürülecek bir değer kalmadığında, ne yazık ki artık ses çıkarmak için çok geç kalınmış olacak.

Bu icerik 4252 defa görüntülenmiştir.