353
MAYIS-HAZİRAN 2010
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
OKUR GÖRÜŞÜ

Gökdelen Sendromu

Çelik Erengezgin

Yazar, gökdelenlerin ve özellikle yüksek konut yapılarının insan sağlığı ve kentsel yaşam üzerindeki etkilerini değerlendiriyor.

Önce Amerika

Sahip olduğu uçsuz bucaksız topraklara rağmen 1950 öncesinde Amerika’da göğe doğru yükselme eğilimi fena halde belirginleşmeye başladı. Sonunda, kentlerin boğazını sıkıp, insanları “Tek çare gökdelen!” noktasına getiren yanlış kentleşme politikası maalesef biz dahil birçok ülkenin kanına giren bir virüs yarattı. Kent içinde kalan arsalarda yükselebildiğince yükselmek, neredeyse medeniyet ölçeği haline geldi. 1950’lerde Amerikalılar hatayı farketmişlerdi. Ama başta New York olmak üzere büyük kentlerde iş işten geçmişti artık. “Suburb” denilen banliyö mantığı ile yerleşimin kent dışına taşınması, yayılması ve Amerika’nın kuruluş yıllarına öykünen az katlı yaşama dönüşmesi projesine, yapılan büyük yanlışın telafisi için can simidi gibi sarıldılar. Ve sonunda, “Amerikan konutu dediğin en çok iki katlı ve bahçeli, üstelik ahşap olur” tanımı yaygın hale geldi günümüzde. Nitekim Amerika’daki konutların % 90’ının, deprem bölgesi Kaliforniya’da ise % 99’unun bu tanıma uygun ve ahşap olduğu bilinmektedir.

Amerika’da çok özel, çok nadir, çok katlı ve lüks abidesi yapılar dışında gökdelenvari konutlarda oturanlar, düşük gelir grubunun çaresizleridir artık. Onlar için bile bu yaşamın sosyal sorunlar yarattığı, yüksek binalarda suç oranının arttığı tespit edilmiş; tekrar az katlı klasik mahalle yapısında yerleşimlere dönüş programları başlatılmıştır. Bunun dışında, görgüsü sorgulanır fakat parasının hesabı sorgulanmazların da tercihi değildir Amerika’da çok katlı konut.

Yani bu manzara ve gelinen sonuç en az yüz yıllık bir deneyimin ürünüdür o ülkede. Bu yorumun, Amerika 2050’yi planlayan ünlü bir kentsel tasarım bürosu ile paylaşıldığını da eklemeliyim.

Sonra Türkiye

Meşhur bir sözümüz vardır bizim: “Amerika’yı yeniden keşfetmek!” Deyiş bana pek sevimli gelmese de, galiba bu kez hakkını vermek gerekecek. İleride ağır bir fatura ödememek için şimdiden düşünmeye başlamalıyız katları azaltmayı, yaşamı kolaylaştırmayı. Elbette sadece birileri dedi diye değil, deprem risklerini ve diğer yaşamsal riskleri azaltmak için yapmalıyız bunu.

“Çok yayılırsak, hizmet nasıl gidecek oralara?” diyenlere, tıklım tıklım kent içi

yaşamda, örneğin İstanbul’un bazı zaman dilimlerinde üç dört saati bulan kent içi ulaşımda harcanan zamanı ve harcanan enerjinin bedelini hesap etmelerini öneririm. Zamanın bedeli için de herkes kendi günlük kazancını mesai saatlerine bölsün ve yolda kaybettiği zaman ile çarpsın lütfen. Bu basit formülü, hiç alışkın olmadığımız zamanın değerini hesapta çok zorlandığımız için, örnek olarak sundum. Sağlık, güvenlik, itfaiye gibi kentsel kanallar tıkandığı için sunulamayan her türlü aksayan hizmet maliyetinin yanında, aşırı yerleşim yoğunluğu yüzünden iflas eden altyapı hizmetlerinin sosyal ve çevresel faturasını da hesaba katmak gerekecek. Şehir dışı 50. kilometreden yarım saatte kente ulaşmak mümkün iken, 5 kilometreyi bir saatte gidemediğimiz güzergâhları hatırlamanızı da ayrıca öneririm.

Bir Kaçış ya da Kurtuluş Öyküsü

Tam burada, kendi yaşamımdan bir aktarım yapmama izin veriniz. Otuz yıl önce ailece İstanbul’dan adeta canımızı kurtarmak için kaçıp, Bursa’nın bir köyüne yerleşmemizin nedenlerinin yüzde ellisi, iş hay huyu ile bir gün içinde ortalama 300 km. yapar hale gelmem ve bu sırada hayatımın da tam yarısının yolda geçiyor olması idi. Mimardım üstelik; dolmuş şoförü değil. Mesleğim, çok önemli bir hizmet olan şoförlük olsaydı, yaptığım kilometre ancak o zaman hayatıma bir anlam katacaktı. Benim için ise sadece eziyetti. Hani yaşadım da oradan biliyorum. Elbette bu sıkıntıyı birebir çeken, ama olanları da “hayatın kaçınılmaz kaderi!” kabul edip sineye çeken milyonlarca vatandaşın neden sesi çıkmamakta ya da çıkabilen seslere kulaklar tıkanmaktadır bilinmez. “Kaçabilen köye kaçsın!” demiyorum elbette. İki el yerine iki pençemiz olmadığına göre tırmanmak için yaratılmadığımız aşikâr. Mümkün olduğunca yere yakın, ayağı toprağa basabilen bir yaşamı niçin talep etmiyoruz diyorum sadece. Gökleri delmek bize ne kazandıracak ya da neler kaybettirecek, bir sorgulayalım diyorum.

Gökdelen Demek Ne Demek?

Burada “gökdelen dediğin nedir ki?” sorusu akla gelecektir. Yorum muhtelif. Gök dediğin birinci katta bile delinmeye başlar bana sorarsanız. Ama galiba 30. katta travma yaratmaya başlar ki, genellikle 100 metreden sonrakilere münasip görülen bir tanımlama olmuştur bu sözcük. 1963’te biten, Ankara’nın Kızılay Meydanı’ndaki 21 katlı 87 metrelik iş merkezine bile “ilk gökdelenimiz!” demek bizleri çok mutlu etmişti. Bu heves, içimizde bir ukde kalmışçasına devam edip gidiyor. Dünyada ise 200 metre neredeyse alt sınırdır ve 500 metre bile artık aşılmıştır. Şimdilik bu tanıma uyan 300 gökdelen ismi saymak mümkün.

Gün boyu değil, sadece belirli mesai saatlerinde kullanılan iş merkezlerinin, devlet dairelerinin ve otellerin kendi içlerindeki ulaşım, iletişim zorunluluğu dikkate alındığında tek bir çekirdek etrafında mimari çözüm aramasını bir noktaya kadar anlamak mümkün. Hani firmanın ya da kamusal kuruluşun ilk derdi kent içinde olmaksa, parası da ancak bulduğu yere yetti ise, işlenen cinayete taammüden yerine nefsi müdafaa demek hafifletici olabilir.

Türkiye’de, 80 metre ile 220 metre arasında 120’yi aşkın gökdelene sahip olmakla ne kadar övünsek azdır. Allah’tan çoğu iş merkezi ve otel. Ama konut kılığına girmiş olanlar hiç de azımsanacak gibi değil ve bence üzücüdür ki son sürat çoğalıyorlar. Yakında gökdelen diye anılan yapılarımızın “çoğu artık konut” diyeceğiz. Bu artışın topluma ne kazandıracağını gerçekten merak ediyorum.

Asansör ve Rampa

Örneğin bir hasta düşünün, yatağa mahkûm, damardan besleniyor. Yani serumsuz yaşama şansı yok. Şimdi de bir ev düşünün, 28. katta, hayata üç asansör, iki merdiven ile bağlı. Bu araçlar, o katlarda oturanlar için serum hortumudur artık. Kalıcı bir arıza ya da beklenmedik bir patlama ile devre dışı kalan asansörler, sağlıklı yaşamdan kopartacaktır sizi. Asansörün bakım için bile bir gün çalışmaması, “Kriz geçirsem beni hastaneye yetiştiremezler” korkusu doğuracaktır. Gökdelenimsi binaların sadece sağlıklı insanlar için yapıldığını söylemek mümkün. Çoğunda, bir sedyenin sığması gerektiği hiçbir zaman düşünülmeyen asansörleri yüzünden bu yapıların, hastalanmanız halinde sizi gözden çıkardığını söylemek mümkün. Birisinin ölmesi halinde ise, o ismi nahoş tahta sandık asansöre hiç mi hiç sığmayacağından, binbir zorlukla merdivenlerden ve baş aşağı indirilmesi mukadderdir.

Bu koşulların, engelli vatandaşlar için yaratacağı eziyetleri sıralamaya sanırım gerek yoktur. O koca binaların nedense bir türlü düz ayak olmayan ya da uygun bir giriş rampası bulunmayan giriş kapılarından başlayan engelli çilesi ise sadece gökdelenlere değil, maalesef gökdelen yavrularına da yani tüm apartmanlara da ait olan genel bir tasarım ayıbıdır.

Merdivenin yanı başında ve aynı eğimde yapılan, yani en fazla % 15 olması gerekirken % 55-65 arası eğimde yapılarak, engellilerle adeta alay eden rampa bozmaları için ise bir teklifim var. Onu tasarlayan mimara ya da imal eden yapımcıya şöyle bir ceza verelim: Her gün on kere o rampaya ayağı kaymadan tırmanmaya çalışsın ve çıkmayı başarırsa bu kez yuvarlanmadan aşağı inmeye gayret etsin. Düşer de bir yerine bir şey olursa ki kaçınılmaz, ömür boyu bu hatayı tekrarlamaz bence. Biraz haince mi oldu? Peki düşen ya da yuvarlanan bir engelli, bir çocuk veya bir yaşlı insan olunca, bu da üstelik planlı bir hainlik olmuyor mu?

Asansör denen şeyin mantığı sıfır seviyesinden aldığı yükü istenen kota kademesiz olarak taşımakta yatar. Mimari projede uygun yer bulmayı bir türlü beceremeyip, dahiyane bir buluş gibi ara sahanlığa açılan asansör yaparak eziyetin her kata taşınması da cabası. Bence yine interaktif eğitim yöntemini kullanıp, yaptıkları binanın en tepesinde on yıl oturma cezası da verebiliriz mesela tasarımcı ve yapımcılarına!

Bu Bir Toplumsal Talep mi?

Yapımı, işletmesi, bakımı, yaşamı sorun olan bu yapıları biz mi talep etmekteyiz, yoksa anlı şanlı müteahhitlere verilen aşırı emsallerin vahşi cazibesi mi bizi bu noktaya getiriyor? “Bu kadar kat anca kurtarır sermayeyi” anlayışı ile insanlara satılan şey, artık yaşamsal bir mutluluk değil sadece bir anahtardan ibarettir.

Her zaman sorduğum bir soru var: 19. ya da 29. katta oturup da, “Allaha yaklaştım çok şükür. Kuşlara bile tepeden bakıyorum artık. Çok mutluyum. Çoluk çocuk çok huzurluyuz.” diyen bir Allah'ın kuluna şahit oldunuz mu? Hiç sanmıyorum. Böyle bir yapıda yaşamaya kendini mecbur hisseden bir ailenin, 4. kat boş iken 24. katı tercih ettiğini duydunuz mu? Onu da sanmıyorum. Bir anket yapılsa, en çok kaçıncı katta oturmak isterdiniz dense, 8. kattan sonraki tercihlerin % 5’i geçmeyeceği kehanetinde bulunuyorum. Çıkan sonuca katlanmayı göze alıyorsak yapalım yaygın bir anket.

Şahsen yaptığım yüzlerce sorgulamanın dışında, benim birkaç ipucum daha var: 2003 yılında kaleme aldığım “Bir Ülke Nasıl Yenilenir?” başlıklı makalemde şunları yazmıştım: 200 yıllık apartman kültürüne sahip Fransa’da, 1963 yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasında halkın % 68’inin tek katlı evde oturmak istediğinin anlaşıldığını ve o tarihten beri iskân politikasının en çok iki katlı konutlar yönünde değiştirildiğini biliyor muyuz?

Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 1992 yılında Marmara Üniversitesi'ne yaptırılan ankette 60 bin denek ile yapılan görüşme sonucunda Türk halkının % 96’sının tek veya iki katlı evde oturmak istediğinin anlaşıldığını biliyor muyuz? Peki bu nasıl bir hizmet anlayışıdır? Halka rağmen halk için mi?

Arsa Olsa Dükkan Senin!

Sizce yer mi yok? Demirel’in dediği gibi “Arsa vardı da biz mi içtik?” Turgut Cansever hocamız ile birlikte yaptığımız bir hesaba göre, ortalama büyüklükte bir karayolları haritasında yarım santim kalınlığında, yani 10 km. kadar, doğudan batıya 1.500 km. uzanan bir kırmızı çizgi düşleyin. İşte o çizginin içinde, tüm nüfusu ortalama iki katlı evlerde iskân etmek mümkünmüş meğerse. Bu hesap, 70 milyon için adam başı 214 m² alan demektir. Türkiye’nin toplam alanının yaklaşık 800 bin km² olduğunu, devletin elinde tarımsal, dağlık, bataklık ve elverişsiz alanlar dışında ortalama 400 bin km² arazi olduğunu bilmekteyiz. Sosyal donatılar, yollar ve yeşil alanlar dahil kişi başına 200 m² hesabı ile, 70 milyon nüfus için sadece 14 milyon dönüm, yani 14 bin km² arazi gerekmektedir. Bu alan ise ülke yüzölçümünün sadece

% 1.75’idir. Arsanın değerini yükseltecek olan “emsal” denilen enstrüman belediyelerin ve müteahhitlerin elinden alınırsa, en tatlı kârların elde edildiği çok katlı yapılardan ve değeri uzaya yükselen arsaların yarattığı en kolay zenginlikten kim vazgeçecek ki?

Yükseldikçe tabanda yeşil alan kazandığını düşünmek muhteşem bir bahane ve yanılgıdır. Yükselmesek de, varolan yeşil alanı kullanmaktaki beceriksizliğimizin itirafıdır bu. Mahalle aralarına serpiştirilmiş, “Beton saksıda, asfalt korumasında doğa!” manzarasındaki parselleri yeşil alan sanan kent plancıları var. Üç yüksek binanın yarattığı zemin alanını çimlendirip tepeden bakınca bir natürmort tablo yaratmanın, aşağı inince de “Çimlere basmayın!” levhası ile karşılaşmanın kentsel yeşile ne kazandırdığı ise apayrı bir sorgulama.

Kentsel yoğunlukları arttırıp, “Şu kadar insan, şu kadar alanda iskân edilecek” diyerek adam başı yeşili, sebebi kendinizden menkul oranlara kitlerseniz, yanlış üzerine inşa edilen yanlış olarak sanki yükselmek, yeşili kurtarıyormuş gibi gözükür. Ve maalesef bu anlayış, dünya genelinde yaygın bir yanlıştır.

20. katın penceresinden bakıp, hangi ağaç kendisinin, kaç metrekare çim alanı ailesinin sanmaktadır acaba o dairenin sahibi? Dalından bir şeyler koparamadığı ağacın, dibine su veremediği çiçeğin ona ait olduğuna nasıl inandıracaksınız acaba? Tapusunu vererek mi? Yeşil alan, sanal olarak adam başı bölüşülen bir halı saha değil, 1 m2 de olsa sahip çıkılabilen ve aidiyetimizi hissedebildiğimiz, yani benimsenebilen doğa parçasıdır. Sonradan olma bir köylü olarak, hani bu duyguyu kent soylular pek bilmezler diyeceğim.

Tünel Kalıp Ne Getirir Ne Götürür?

Betonarme çok katlı yapılarda, tünel-kayar kalıp sistemi dediğimiz, özel önlemlerle neredeyse 1 günde 1 katın kabası bitirilebilen inşaatlar, bu gökdelenimsi uygulamaların da neredeyse olmazsa olmazıdır artık. Yani yanlış iskân politikası, sakıncaları saymakla bitmez bir sistemi bize dayatmıştır artık. Ne sakıncası mı var? Isı ve ses izolasyon kabiliyeti neredeyse sıfır olan, komşunun banyosunda okuduğu türkünün yatak odanızdan dinlendiği beton duvarların, mantolama denilen ve çoğunlukla buhar geçirmeyen malzemelerden bir dış kılıfa ihtiyacı vardır. Bir kılıftan ne çıkar diyeceksiniz. Üstelik enerji tasarrufu sağlıyor! Hemen söyleyeyim: Kuru temizlemeye verdiğiniz ceketinizi bir naylon kılıf içinde geri alırsınız. Şimdi benim hatırım için askının çıktığı deliği, başınız geçecek kadar genişletin ve o naylonu elbise gibi üstünüze giyin. Tabii yine hatırım için yatana kadar da çıkartmayın. O günün sonunda ne hale gelirseniz, şunu bilin ki içinde oturduğunuz binanız da sizinle birlikte en az 10 yıl sonra o hale gelecektir…

Bir katta 8 daire, 8’i de ayrı yöne bakan uygulamalara da bayılıyorum. Birçok katlı sitede, kazara kuzeye bakan bir dairede oturup da kışın donduklarını söyleyen birine; “Deli misiniz, taşınsanıza oradan” demiştim. Cevabı çok ilginçti: “Kayınvalide güneye bakan dairede oturuyor. Isınmak için ona gidiyoruz!”. “Enerji mimarlığı” adına utanç verici bu inanılmaz yanlış planlama, biraz da girip çıkması kolay olsun diye iki ya da dört yönde tüneller oluşturma mecburiyetinde olan tünel kalıp sisteminin dayatmasıdır.

Bir de Radon Var!

Gelelim radon gazına. Akciğer kanserinin önemli bir nedenine. Amerika’da radon ölçülen arsalar iskâna açılmaz bile. Ahşap evlerin, mecburen betonarme olan bodrum katlarında 24 saat çalışan hava fanlarına “radon tahliye cihazı” denir. Çünkü bu radyoaktif gaz, en çok betonla birlikte yapıya taşınır. Merak edenler, Çekmece Nükleer Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı ölçümlere ve ahşap evle beton ev arasında yüz katına ulaşan farklı bekerel değerlerine bir göz atsın. Ayrıca, bina içi rutubetin, radon gazı salınımını çoğalttığı bilimsel bir gerçektir. Bu yöntem, günümüzün rutubet ölçme tekniğidir artık. Radon ölçümü anormal seviyede ise bu değer, betonarmede korozyonun da yükseldiğini ifade eder. Yani ilk depremde çökme riskine işaret eder.

Daha Bitmedi, Şimdi de Manyetik Alan

Acaba sırf bu yüzden, Avrupa’da tünel kalıpla konut yapılmadığını, çünkü bu yapıların artık sağlık endişesi taşıdığının kabul edildiğini de biliyor musunuz? Kalıpları tıkış tıkış dolduran, Faraday Kafesi gibi demir donatının, betonun içinden geçen 220 volt elektrik yüzünden bir bobin gibi davranarak manyetik alan oluşturduğunu, ilaveten içerideki manyetik yayına da perdeleyici bir etki yarattığını işittiniz mi? Genellikle “cep telefonum bu odada çekmiyor, balkona çıkmalıyım” demenizin nedeni bu perdelemedir.

Ayrıca bu yüzden evin içindeki buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bilgisayar ve cep telefonu benzeri cihazlarla demir donatının etkileşime girdiğini ve yine evin dışına sarılmış bir bobin gibi davranarak ve cihazların yarattığı karmaşık manyetik alana ilave olarak, fuko akımları yani manyetik alan yarattığını, tüm bu manyetik kirlilikler yüzünden insanların hastalandığını, kansere kadar uzanan ciddi riskler doğduğunu işittiniz mi... 2000 yılında bu konuda yazdığım iki makaleye göz atmanızı tavsiye ederim. Dileyenlere seve seve iletirim.

Bu konularda, herkesin çok iyi tanıdığı duayen bir inşaat mühendisi kardeşimden doğrulama aldığımı da eklemeliyim. Uzman mühendisimiz: “Evet 1 günde 1 katı çıkmak mümkün. Statik bir endişe de taşımıyor ve benzer teknikle yüzlerce proje yaptık. Ama bana sorarsan manyetik alandan ötürü ‘sağlık endişesi taşıyor!’. Ben de istemem böyle bir yapıda ve üstelik 19. katta oturmayı.” diyerek son noktayı koyuyor. Avrupa’da kullanılmadığı gibi, Amerika’da da tünel kalıpla konut yapıldığını duymadığını söylüyor. Herhalde dünyanın en akıllısı biziz ki, kimsenin aklına gelmeyen bu ticari ve sözüm ona inşai kolaylığı yapılarımızın olmazsa olmaz tekniği ilan ettik.

Enerji Kullanımı

Geçtiğimiz günlerde, bu tarz yüksek binalardan tipik bir yerleşkenin 1.000 konutluk bölümünün teslim töreninde tesadüfen bulundum. Satış elemanlarına bu dairelerin ne kadar enerji tükettiğini sorduğumda yüzüme boş boş baktılar. “Ama herkese bir kombi hediye ediyoruz” dediler. Bundan büyük kötülük yapamazlardı! Doğal gaz bağımlılığımızı körükleyen, anlamsız bir fazla tüketim bundan daha iyi pompalanamazdı. Sonunda, “Karışanım olmasın!” deyip sözüm ona özgürlük adına, bir “kombi cehennemi” yaratılmıştı. Ülkemiz doğal gaz batağına daha çok saplanırken, bu işten yegâne kârlı çıkanlar da kombi satan firmalar oldu. Her cihazın kapasitesi gerçek gereksinimin biraz daha üstünde idi ve toplu ısınmaya göre en az % 30 ve üzerinde sarfiyatla ısınmayı sağlamaktaydı. Halbuki merkezî sistemlerde pay ölçerler kullanılarak, hatta bir adım daha ileri giderek kojenerasyon tesisleri ile bu işi çözmek çok daha kolay ve doğru olacaktı. Fakat onlar iftiharla, kombiyi hediye ettiklerini söylüyorlardı.

“Peki ne kadar olacak enerji bedeli?” dediğimde ise, “Bittiğinde belli olur!” diye harika bir yanıt aldım satış müdiresinden. Bu işin bir hesap sonucu önceden belli olacağından bile haberi yoktu. Aslında bu “şok” yanıtın nedeni çok basitti: Daha önce böyle bir soru soranla hiç ama hiç karşılaşmamıştı. “Enerji mimarlığı” ilkeleri ile planlama ve uygulama yapılsa idi, koskoca binanın kendi enerjisini üretebileceğini söylemek ise çok abesti.

Yüksek Binalar ve Rüzgâr

Doğada olmayan bir yükselti yarattığınızda, elbette doğal esintilerin yönünü de gücünü de etkilersiniz. Bu çok açık. Koskoca bina gövdesine çarptığında, bina yüksekliğinin 50 katına kadar uzayabilen mesafede rüzgârsız alan oluştuğu ve bina yüzeyi boyunca düşey hareket eğilimi gösteren rüzgârın, gökdelenin dibindeki insanları rahatsız edecek kuvvette türbülanslar yarattığı da bilinir. “Şehir meteorolojisi” denilen bilim dalı, yerleşik alanlarda bu gibi etkileşimleri inceler.

Gökdelenler, rüzgâr için mükemmel bir kapan görevi görür. Yere yakın rüzgârlara göre çok daha kuvvetli olan üst seviye rüzgârlarının önünü keserek aşağıya doğru yönlendirir ve bina yüzeyi yakınında arzu edilmeyen farklı bir sirkülasyona neden olur. Bu yeni oluşan rüzgârlar nedeniyle sakat kalan veya hayatını kaybeden insan sayısı tahmin bile edemeyeceğimiz kadar fazladır.

Yüksek blokların ve iki katlı villaların, hangi aklın ürünü olduğunu bilmediğim şekilde yan yana, dip dibe yerleştirilmelerinin sosyolojik sakıncalarını tahmin edersiniz mutlaka. Balkonundan bakarken; “Ah ben de o evde oturabilseydim!” diyen 18. kat sakinine karşılık, “Kim bunlar yahu beni tepeden izleyip duruyorlar, gözaltındayım sanki!” diyen müstakil ev sahibinin psikolojisini de tahmin edebilirsiniz.

Bu sosyal sorunları beşe katlayan meteorolojik sıkıntıları bir özetleyelim isterseniz: Yüksek yapılar yüzünden güneşin engellenmesi, küçük binaların daha çok aleyhine olmakla birlikte o koca binaların hiçbir güneşlenme hesabı yapılmadan mimarın keyfine göre dizilmeleri, kendi gölgeleri yüzünden yüksek bloklarda da güneş görmez daireler yaratmaktadır. Site dışındaki esintiyi o iki katlı eve ulaştırmayan ya da tam tersi, o koca engel yüzünden yaratılan türbülans içinde kalan villanın aşırı rüzgârdan ya da nerede ise yatay yağan yağmurdan çektikleri ise cabası!

Yüksek binaların önlerini kapatması yüzünden, şehirlerin akciğerleri olarak adlandırılan hava koridorlarında sirkülasyonun bozulduğu, “Yeni fakat olumsuz!” rüzgâr yapılarının meydana geldiğini örnekler üzerinden görebilmek mümkündür. İstanbul'daki birçok site bu tip oluşumlara örnektir. Yanız İstanbul’da mı? Denize paralel sıra dağlar gibi apartmanlarla Allah vergisi meltemini kesen Antalya hiç mi suçsuz?

Bir gökdelenler mahallesinin, tüm kentin rüzgâr rejimini bile etkileyebileceği artık kabul edilmiştir. Isıtan ve serinleten, hava kirliliğini engelleyen, bize oksijen taşıyan doğal esintilerin, yüksek yapılar engeline çarpacağını ve kent içi hava akımlarının yönünü etkileyeceğini artık uzmanlar çok iyi bilmektedir. Ama yanlış bir kentleşme politikasının yarattığı yapay çevrede yaşamaya ikna edilen insanlar henüz bunları bilmemektedir.

Güvenlik Endişesi

Sanıldığı gibi özgürlük arayışından çok, kabuğuna çekilip korunmak anlamındadır böyle sitelerde yaşam. Tek bir kapıdan girilen yüksek binalar da bu kabuk imajını fena halde desteklemektedir. Bilen ve bilmeyenler için, uç noktada fakat gittikçe yaygınlaşan birçok katlı örneğin matematiğine göz atalım birlikte. Bir katta 8 daireden 30 kat, 240 adet daire eder. Bir aileyi ortalama 5 kişi kabul etsek, buyurun size 1.200 kişilik dikine bir mahalle ya da köy. 1.000 kişinin altında hiç değil. Bence artık her bloğa bir yönetici değil bir muhtar atamak gerek.

Zannediliyor ki, üç beş gökdelenin birbirleri ile neredeyse göz göze gelebilecek mesafelerde inşası, beraberinde emniyet, huzur ve güvenlik getirecek. Seçkici bir zihniyetle, aynı statü ve kültür seviyesinde oldukları zannedilen ve orada oturmayı tercih edenlerle kolayca komşuluk ilişkisi kurulabilecek. Yüzme havuzu, jimnastik salonu buluşmalarının tüm sosyal beklentileri tatmin edeceği zannedilecek. Alt kattaki komşu ile bile tanışamadan bu dünyadan gidilebileceği hiç akla gelmeyecek. Neden sonra fark edilecektir ki bu çarpık, dikine komün yaşamı aslında sosyal ilişkileri beslememekte, tersine aileleri ve kişileri, çevre ile bir türlü aidiyet ilişkisi kuramadıkları yepyeni bir sosyal yalnızlığa itmektedir.

“Projesini ben yaptım” demekten anlaşılmaz bir gurur duyan şanlı mimarlarımızın, ortalama 30 katlardaki gökdelen dansına alışmak üzereydik. Çıtayı “41 kere maşallah katına” taşıyan ve benimsenmesi umudu ile projeyi “benim” sözcüğü ile pekiştiren, aslında bu anlamsız yarışı fena halde kaşıyan bir inşaat devini ise kutlamamak mümkün değil.

Hele hele o binanın yerden 120 metre yükseklikteki dairesinin metrekaresi 4 bin liralarda dolaşırken, o paraya, bahçeli ve üstelik kendi enerjisinin tamamını üretebilen mükemmel bir ev sahibi olabilecek iken, ev kılığında bir direğin tepesine toplamda trilyonu katlayan bir bedel ödeyebilen mal sahibine ise madalya vermek az gelir. Farklı yerlerden gelip buradaki, aslında kısıtlayıcı olan tek tip yaşamı tercih etmek ve bundan bir mutluluk tablosu beklemekle, farklı suçlardan düşüp girdikleri hapishanede, muhteşem bir etkinlik ve mutluluk bekleyenler arasında bence çok fark yoktur.

Çözüm Nedir?

Çoğunlukla tek ve iki katlı olmak üzere ve bir fazlasında asansör zorunluluğunun başladığı yani en fazla 4 katlı bir yerleşke, elbette insani ve sosyal gereksinimlere çok daha kolaylıkla hizmet verebilecektir. Türkiye’de kat ortalaması konutlarda 6 katı aşmıyor. Geçiş döneminde, hemen vazgeçilemeyecek kentsel yoğunluklar ve TOKİ benzeri yaygın uygulamaların kötü alışkanlıkları dengeye kavuşana kadar, en çok 8 katlı ama olabildiğince doğayı kendi kotuna taşıyabilmiş örneklerin ara çözüm olduğunu düşünüyorum. Elbette tüm yapıların ama özellikle 8 katlı olanların, ne birbirlerine ne de diğer yapılara gölge düşürmeyecek şekilde konuşlanmaları şart. Halihazırdaki yüksek blok yerleşkelerinin nerede ise tümünde en çok ihmal edilen iklimsel faktör de maalesef gölge hesabıdır.

Yön duygusuna sahip bir kentsel planlama ile yola çıkması gereken yatay ağırlıklı yerleşim; elbette kendisini güney-kuzey ilişkisine odaklamalı, doğu ve batı yönünün avantajlarını kullanmasını bilmelidir. Birbirine zıt iklimsel özelliklere sahip, örneğin kuzey ve güney dairesi saçmalığına son verilmelidir. Bu yeni planlama, yani az katlı yatay gelişim; kimliksiz kulenizin cephe fotoğrafında kırmızı bir dairenin içine almadan tarif edemediğiniz evinizi, tanımlanabilir ölçeğe ve özdeşleşebileceğiniz insani bir yaşam ortamına taşır.

Hiç dert etmeyin, son zamanların moda paranoyası “güvenlik” yeni yerleşkenizde de kolaylıkla sağlanır. Bir panik halinde, 30 katlı bir yapıdaki bini aşkın insanın mı, yoksa bahçeli ve az katlı düzende yaşayan aynı sayıda insanın mı hayatta kalma şansı vardır sizce? Üstelik çocuklarınız da büyükleriniz de tırmanmak zorunda kalmadıkları yatay yaşamdan çok daha mutlu olurlar, çok daha sağlıklı ve huzurlu bir ömür sürerler.

Bu geçiş döneminde, şimdilik 8 kata kadar kendimizi mecbur hissetsek bile, yine de sabun kalıbı gibi kütleler yerine, yatayda da komşuluk ilişkilerine, farklı kotlarda yeşil alanlara ve ortak mekânlara olanak veren bir doku tercih edilmelidir.

Birçok olumsuz örnekte, “Müellifi kimdir?” merakımızın karşısına üzücüdür ki bildik isimler çıktı. Bir arsaya, mimarlıkta tecrübenin ve tanınmışlığın karşılığı olarak sadece trafo binası yerleştirir gibi ve havuza bakmaktan başka endişesi olmayan blokları “en çok sayıda” yerleştirmek marifetini sergilemek utanç vericidir.

Ezcümle

Şimdi özellikle, meslekten ve inşaat sektöründen birileri bana çok kızacak. Çünkü temel alışkanlıklarına, doğru bildiklerine ve hatta ticari kazançlarına aykırı şeyleri su yüzüne çıkardık, gündeme taşıdık. İnsanımızın sağlıklı ve güvenli yaşama bir an önce kavuşmasından başka beklentim yok. Hani bir söz vardır: “Benden söylemesi!” Yani birisinin, olanları ve olacakları dile getirmesi gerekiyordu. Aslında doğruları birçok kimse biliyordu. Sadece, anlatmaya öncelikle soyunacaklardan biri olmak istedim. Elbette kimsenin hayatına ve tercihlerine karışmak mümkün değil. Genel bir farkındalık yaratılana kadar, böyle gelen bir süre daha böyle gidecektir. Meslekî dergiler ve bazı gazeteler, reklam endişesi ile basmaktan kaçınacaktır yazıyı. Fakat, elbette bir cesur yürek bulunacaktır bu bilgileri size ulaştıracak. “Enerji ve ekoloji” ayrılmaz bir bütündür. Sadece bu konuları içeren 60’ı bulan makalemi, boş vakitleriniz için bilgilerinize sunmaya hazırım.

Bu kavramların sözlük anlamını bildiği şüpheli ya da kentsel planlama, mimari proje ve yapım sürecinde anlamsız ve gereksiz faktörler sanarak akla bile getirmeyen, ülkesine ve insanlığa karşı nasıl bir ihanet içinde olduğunun farkında olmayan meslektaşlarım da, inşaat sektörünün kodamanları da artık düşünmelidirler. Hiçbir eksikleri yok! Araçsa araç, paraysa para, insansa insan, arsa ise arsa. İstediklerinde dünya pazarında liderliğe oynayabiliyorlar. Hiçbir bahaneleri yok. Bence büyük ölçüde “Yanlış ürün!” sonucu kendi yarattıkları konut krizinden şikayete de hiç hakları yok. Artık, mahmurluğu atmalıdırlar üzerlerinden.

Önce “Başka Türkiye yok!” diyeceğim ama daha da ileri gideceğim; “Başka bir dünya yok!”… Maksadım yürekleri karartmak hiç değil. Sadece, yapılan yanlışlara dikkati çekmek. “Hizmet” dediğimiz şeyin dört duvar ve bir anahtar tesliminden ibaret olmadığını vurgulamaktır. Müşterilerini bir şeyden anlamaz, salonun parkesi ile mutfağın fayansından başka şeyleri sorgulamaz sanan yapımcı firmalara bir çift sözüm var: Şuna eminim ki, ekolojik öncelikli, atıklarını kendi bünyesinde çözebilen alçak katlı yeni yerleşim alanlarında, yapıların kendi enerjisini üretebildiğini, yani ısıtma, soğutma, aydınlatma ve havalandırmaya para ödenmeyeceğini, suyun en az % 50 tasarrufla kullanabileceğini dile getirebilseler, uyanan ilgi ve talebe şaşacaklardır.

Örneğin, bu içerikte 8 katlı bir binanın bile 4 ayda bitirilebileceğini, yapılar betonarme kolon kiriş sistemi ile inşa edilse bile, tünel kalıptan vazgeçilmesi sonucu, tüm duvarların ahşap olabileceği, böylece klasik duvarlara göre 10’da 9 hafiflik sağlanacağı ve bunun sonucu olarak deprem risklerinin azaltılacağını, 5 cm. mantolama yapılan 20 cm.’lik bir duvara göre yarı kalınlıkta bir ahşap duvarın % 50 fazla ısıl geçirgenlik direncine sahip olduğunu, sadece kalınlık farkından kazanılan alanın ise, aynı metrekarede ilave bir çocuk odası edeceğini söylediklerinde çok şey değişecektir.

Elbette önce bunlara kendileri inanmalı, nasıl yapılacağını öğrenmeli ve sonra taahhütte bulunmalıdırlar. İşte o zaman bir mucize gerçekleşecektir. Kimse ev satamazken, kendi kapılarında kuyruklar oluştuğunu göreceklerdir.

Ayrıca, başlığımızı ilham aldığım ve gerçekten tıbbi adı “gökdelen sendromu” olan, kapalı yerde kalma korkusu, nefes darlığı, migren, tansiyon yükselmesi, psikolojik bozukluklar, yalnızlık korkusu gibi belirtilerle başlayarak intihar eğilimine kadar gidebilen süreci tetikleyen, hayatı çekilmez hale getiren yepyeni bir hastalığın da nedenidir baştan beri sözünü ettiğimiz göğü delme iddiasındaki yapılar. Yani bizdeki yanlış inşa sisteminin taşıdığı risklerin yanında, çok katlı olmanın bizzat kendisi de sağlığımızı tehdit etmektedir.

Her gün gazetelerde televizyonlarda boy gösteren, günahını örtmek için adını “residence” uydurması ile değiştirdiğimiz “kule tipi yaşam” özlemimiz… Yoksa böyle bir talebimiz yok da birileri bizi ikna etmeye mi çalışıyor, en kolay, en ucuz, en kısa zamanda bitiverdiği iddia edilen, tabi böylece kendilerince en kârlı olan inşaat sistemine? Pek çabuk biterse ki akıllı bir yatay yapılanma ile karşılaştırıldığında o da şüphelidir, yatırılan para da pek çabuk geri alınır onlara göre.

Halbuki biz orada acısı ve tatlısı ile bir ömür geçirecektik. Düşünmeye değmez mi?

Çelik Erengezgin

Y. Mimar

Bu icerik 15474 defa görüntülenmiştir.