324
TEMMUZ-AĞUSTOS 2005
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

UIA 2005 İSTANBUL



KÜNYE
DİZİ: MİMARIN HALLERİ

Kamuda Bir Mimar: Çelen Birkan

Hazırlayan: Kubilay Önal

Mimarlık mesleği, tarihsel süreç içinde birçok değişim gösterdi. Temel meslekler içinde, fiziksel çevre oluşumuna yönelik sanatsal ve teknik bütünsel bir işlevi olan yapı ustası; tasarım, uygulama, mühendislik ve şehircilik bağlamında bir “kültür” taşıyıcısı işlevi görüyordu. Ancak bu süreç içinde yapı ustasının işlevleri, endüstrileşmenin ihtiyaç duyduğu biçimde sürekli ayrışarak bugün yaşadığımız parçalanmayı getirdi. Önce mühendislik alanı, sonra şehircilik, tasarım ve uygulamanın kendi içindeki parçalanma… Bugün hizmet sektörünün (yönetim, kontrol, denetim, danışmanlık) bir parçası haline gelme sürecini yaşıyor. Bu süreci en iyi biçimde okullaşma eğiliminden ve istihdam yapısındaki değişimden algılayabiliyoruz. Ancak bu durumu yalnızca okullaşma ve istihdam sorunu gibi görmek, yarının dünyasının içinde mimarlığın yeniden biçimlenmesindeki en büyük engel. Bu değişimi yapısal ve bütünlüklü olarak görmek ve bu bakışla yeniden değerlendirmek gerekiyor. Bu nedenle önce “tasarım” alanının dışına doğru genişleyen mimarlık meslek pratiğinin mimarlık ortamında gündem haline getirilmesi gerektiğini düşündük. Böylece “MİMARIN HALLERİ” başlıklı mini bir dizi başlatıyoruz. Bu sayıdan itibaren her sayıda çeşitli deneyim örneklerini yansıtmaya çalışacağız. Amacımız, mimarlığın uygulama biçimlerini kategorize etmek değil; deneyimler ışığında özellikle “tasarım” alanı dışındaki mesleki hizmet alanlarının sınırlarını ortaya koyabilmek ve bu durumu sorgulayabilmek… İlk dosyamıza, deneyimli bir kuşaktan gelen bir mimarın meslek öyküsüyle başlayacağız: Çelen Birkan’la yaptığımız bu söyleşi konuyu açmamızda da bize yardımcı olacak. Giderek gelişen mesleki hizmet alanlarında rol alan mimar örneklerine yöneleceğiz. Dizimizde, ayrıca bu konuda açılım yapacak yazılara da yer vereceğiz. Değişik örneklere ilişkin katkılara açık olduğumuzu da ekleyebiliriz.

30 Mart 2005

KUBİLAY ÖNAL: Çelen Hanım, yabancısı olmadığınız Mimarlık Dergisi konukluğuna hoş geldiniz. Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’yla ilgili toplantıların birinde bir eleştiri yöneltmiştiniz. Mimari proje üretmeyen mimarların mimardan sayılmaması konusunu kendi çalışmalarınızdan örnekler vererek eleştirmiştiniz. Böylece bu yazı dizisinin oluşumuna da kaynaklık etti bu eleştiriniz. Sizce, mimari tasarım alanının dışında kalanlar neden mimar kabul edilmiyorlar mimarlık ortamında ya da bu gruptakiler neden mimar hissetmiyorlar kendilerini; ne dersiniz?

ÇELEN BİRKAN: Çok teşekkür ederim beni böyle bir söyleşiye konuk ettiğiniz için. Ufak bir düzeltmeyle başlamak istiyorum. Bu yazı dizisine kaynaklık ettiğini söylediğiniz toplantıda benim itirazım mimari proje üretmeyen mimarların mimar sayılmaması değildi, mimari tasarım yapmayan mimarların mimar sayılmamasıydı. Çünkü, bence proje üretmek işi çok daha kapsamlı, karmaşık ve çok sayıda kişinin katkıda bulunduğu bir süreç. Dolayısıyla o süreçte yer alan çok farklı kategorideki insanları, zaten bu dizinin kapsamı içinde değerlendirmeniz gerekecek. Üstünde durulan sadece mimari tasarım konusuydu.

Sorunuzun ikinci bölümünde “Tasarım alanı dışında kalanlar neden mimar kabul edilmiyor?” deniliyor. Zaten itiraz ettiğim konu buydu. Mimarlık mesleğini tasarımla sınırlı görmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü bina ve proje üretim sürecinin çok sayıda uzmanlık alanının katkısını gerektirdiği görüşünü paylaşıyorsak, birçoğunun mimarlık kökeni üzerine eklenmiş başka birikim ve deneyimleri olduğunu da biliyoruz demektir. Dolayısıyla, doğrudan tasarımla uğraşmasalar da, proje üretimine katkıları olduğunu söyleyebiliriz.

Mimarlık mesleğini tasarımla sınırlı görmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü bina ve proje üretim sürecinin çok sayıda uzmanlık alanının katkısını gerektirdiği görüşünü paylaşıyorsak, birçoğunun mimarlık kökeni üzerine eklenmiş başka birikim ve deneyimleri olduğunu da biliyoruz demektir.

KÖ: Siz bu duruma itiraz edenlerdensiniz. Bu anlamda mesleki deneyiminiz özellikle önemli. Bu deneyim ışığında kendinizi meslektaş olarak mimarlık mesleğinin neresinde görüyorsunuz. Kendi deneyiminiz içinde yaptığınız mimarlık pratiğini nasıl tanımlayabilirsiniz?

ÇB: Ben, 1966 Şubat’ında İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirdim. Çok kısa bir süre özel büro deneyimim oldu. Son derece aykırı gelen birtakım uygulamalar içinde bulundum. Şık mimari proje dergilerinden proje kopyalamak, kapı detayı kopyalamak vesaire gibi işler talep edilmişti. Onlardan hiç hoşlanmadım. Çünkü bize bütün meslek eğitimimiz boyunca bir tasarımı yahut herhangi bir üretimi kendimizin planlaması, programlaması, tasarlaması gerektiği, kopyalamanın bunun bir parçası olmadığı öğretilmişti. Dolayısıyla bu ilk pratik bende müthiş bir tepki yarattı ve çok kısa zamanda bu alanı terk ettim. Tabii bunda yanlış büroda çalışmaya başlamış olmamın payı yadsınamaz. Eminim o dönemde de yeni mezun bir mimara çok daha eğitici, kendini geliştirici ortamlar sunan başka özel bürolar vardı.

Aynı yılın sonunda Ankara’da, Devlet Planlama Teşkilatı’nın açtığı bir sınavı kazanarak Sosyal Planlama Dairesi’nde uzman yardımcısı olarak göreve başladım. O sırada henüz Devlet Planlama Teşkilatı çok yeni ve saygın bir kuruluştu. Belki ülkenin daha çok iktisadi, siyasal ve toplumsal alanda eğitim veren kesimleri arasında bilinen, orada çalışmanın özendirildiği bir kuruluştu; ama doğrusu biz Teknik Üniversite’deki yoğun eğitim tempomuz içinde ne öyle bir kuruluşun adını duymuştuk, ne de hazırladığı Beş Yıllık Kalkınma Planları’nın. Dolayısıyla orada göreve başladığımda, ne yapacağım konusunda, hatta oranın ne yapıyor olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değildim.

Ancak, büyük bir şans eseri o sırada Sosyal Planlama Dairesi Başkanı da, birlikte çalışmam öngörülen ekibin başkanı da mimardı. Yıllar sonra yurtdışında Ermeni terörünün hedefi olan Evner Ergun’u ve yurtiçinde trafik terörünün kurbanı olan Tulgar Can’ı burada saygı ve rahmetle anmak isterim. İkisi de o dairede bir uzman mimarın bulunmasının yararlı olacağını düşündükleri için açılan sınava mimar kontenjanı koydurmuş olmakla birlikte, kafalarında planlama ile mimarın ilişkisi konusunda çok net bir tanım yoktu. Dolayısıyla, onların deneyimi ve anlayışlı yaklaşımlarından da yararlanarak kendi görev tanımımı kendim yaptım başlangıçta. Kurumda geçirdiğim 15 yıl boyunca bu hep böyle sürdü diyebilirim. Görev tanımını tek cümleyle özetlemem gerekirse, kaynakları kıt olan bir ülkede, bu kaynakları en rasyonel biçimde kullanmak yolunda atılacak adımları araştırmak, önerilen yatırım projelerinin belli bir teknik değerlendirmeye olanak verecek verileri içermesi için yatırımcı kuruluşlara yol gösterici öneriler ve doneler sunmak olduğunu söyleyebilirim.

DPT’de, dairede bir uzman mimarın bulunmasının yararlı olacağını düşündükleri için açılan sınava mimar kontenjanı koydurmuş olmakla birlikte, kafalarında planlama ile mimarın ilişkisi konusunda çok net bir tanım yoktu. Dolayısıyla, kendi görev tanımımı kendim yaptım başlangıçta. Görev tanımım, kaynakları kıt olan bir ülkede, bu kaynakları en rasyonel biçimde kullanmak yolunda atılacak adımları araştırmak, önerilen yatırım projelerinin belli bir teknik değerlendirmeye olanak verecek verileri içermesi için yatırımcı kuruluşlara yol gösterici öneriler ve doneler sunmaktı.

Planlama Teşkilatı’ndaki yıllarım hep bu temel ilke doğrultusunda verilen mücadeleyle geçti. Araştırmalar ve bilimsel verilerle desteklenen bir takım norm ve standartlar geliştirilmesi, bunların gerek kurum içinde, gerekse yatırımcı kuruluşlar bünyesinde benimsetilerek olabildiğince yaygın bir uygulama alanı bulması başlıca amacımdı.

Bu arada hemen eklemem gereken bir konu var. DPT’de göreve başladıktan çok kısa bir süre sonra, Ankara’da Mimarlar Odası’yla başlayan iletişim sayesinde, bütün çalışma hayatım süresince Mimarlar Odası’nın savunduğu ilkeler -kamu yararı en başta olmak üzere- ile DPT’de savunduğum ilkeler arasında hep bir paralellik oldu. Birinden diğerine veri aktarma, bir yerde yapılan araştırmayı, öbüründe başka bir araştırmaya baz olarak kullanma şansı oldu. Dolayısıyla bir yandan tüm meslek topluluğunu kapsayan bir kurumun bir üyesi olarak o mesleği ilgilendiren sorunlarla iç içe oldum, bir yandan toplumun bütününü ilgilendiren bir kamu kuruluşunda gene mesleki yönden o konulara yaklaşan bir konumda bulundum. Bu ikisinin paralelliği sanıyorum bana çok şey kattığı gibi, meslek alanına da bir şeyler katmıştır.

KÖ: Bu anlamda sizi “Oda’cı” tip mimar da sayabiliriz.

ÇB: Kısmen. Uzun yıllar Oda’nın çeşitli komitelerinde görev aldım. Bunların bazıları çok etkindi, Yarışmalar Komitesi gibi. Birçok yayının hazırlanmasında görev aldım. Hemen hemen bütün genel kurullarda, genel kurul çerçevesinde kurulan komisyonlarda görev aldım. Ayrıca iki dönem Ankara Şubesi Başkanlığı yaptım; bu arada da Oda’da daha da sürekli görev alan birinin eşi görevini yaptım, Güven Birkan’ın. Bilenler bilir, bu da küçümsenecek bir çaba gibi değil!

KÖ: Yarışmalar Komitesi’nde görev yaptınız. Peki, hiç yarışmaya katıldınız mı?

ÇB: O yıllarda hayır. Ondan önce ve sonra eşimle birlikte bir, iki yarışmaya katıldım. Galiba iki mansiyonumuz var; ama bence önemlisi Gelibolu Uluslararası Yarışması’nda aldığımız mansiyondur. Orada büyük bir ekibin bir parçasıydık. O heyecanı da birazcık tattım.

KÖ: Bu görevinizin dışında doğrudan tasarım sürecine katıldığınız oldu mu?

ÇB: Tasarıma hayır, sürece evet. Kendi girdiğim yarışmalar dışında, birçok arkadaşımın girdiği yarışmaların raporunu hazırlamak görevini de üstlendim. Çünkü tasarım yapan mimarlar raporlarla uğraşmak istemezler; oysa tasarım ilkelerini, çevreye ilişkin yaklaşımlarını, maliyet, yapım teknolojisi, uygulama programı gibi çok önemli yönlerini içerir rapor bu sürecin. Bu alanda deneyimim olduğu için, kendi katıldığım yarışmalarda da çoğu zaman rapora ışık tutacak ön araştırma ve rapor yazımı aşamalarında ağırlıkla görev aldığımı söyleyebilirim. Yani tasarım konusunda hiçbir iddiam yok; onu peşinen söyleyeyim. Ama tasarım ilkelerini her zaman tartışmaya hazırım.

Tasarım yapan mimarlar raporlarla uğraşmak istemezler; oysa tasarım ilkelerini, çevreye ilişkin yaklaşımlarını, maliyet, yapım teknolojisi, uygulama programı gibi çok önemli yönlerini içerir rapor bu sürecin. Bu alanda deneyimim olduğu için, kendi katıldığım yarışmalarda da çoğu zaman rapora ışık tutacak ön araştırma ve rapor yazımı aşamalarında ağırlıkla görev aldım.

KÖ: DPT’de yaptığınız hizmetin mimarlıkla olan ilişkisini biraz açabilir misiniz?

ÇB: Bu doğrudan doğruya tanımlanmış bir mimari görev değildi; yani görevin mimari bir iş olduğunun aslında onlar da farkında değillerdi. Ama zaman içinde gördüler ki, bu görevi ancak mimarlık eğitimi almış biri hakkıyla yerine getirebilirdi. Neydi bu görev? Öncelikle çok basit olarak Devlet Planlama Teşkilatı’nın o zamanki yapısını anlatayım: Ulusal ölçekte Beş Yıllık Kalkınma Planları’nı hazırlayan, Başbakanlığa bağlı, yani Bakanlıklar üstü bir konumu olan DPT’nin bir İktisadi Planlama, bir Sosyal Planlama, bir de Koordinasyon Dairesi vardı. Kalkınma planında konan strateji ve hedefler doğrultusunda gerçekleştirilmesi amaçlanan yatırımlar için yıllık yatırım programları hazırlanır, bunlar Meclis Bütçe Komisyonu’nun onayından geçtikten sonra yürürlüğe girerdi. Plan ve programların kamu yatırımları için emredici, özel yatırımlar için de özendirici bir yapısı vardı. Kamu yatırımlarına, kamu kuruluşları yanısıra kamu iktisadi teşekkülleri dediğimiz KİT’lerinkiler de dahil olduğu için, o yıllarda ülkede yapılan yatırımlarda büyük oranında DPT söz sahibiydi.

Bunların büyük bir oranı doğal olarak iktisadi alanlarda yapılıyordu, dolayısıyla da bunlara karar vermek İktisadi Planlama Dairesi’nin tasarrufundaydı. Her yıl Meclis toplanır, tartışır ve o yılın bütçesini belirler. O bütçeden aslan payını kendi gereksinimleriyle orantılı olarak İktisadi Planlama Dairesi alır, ancak arta kalan Sosyal Planlama Dairesi’ne gelir. Sosyal Planlama Dairesi yatırım programına, başka bir deyişle sosyal yatırımlara, ilkokuldan, orta öğretime, mesleki teknik öğretimden yaygın eğitime ve üniversiteye kadar tüm eğitim yapıları -o zamanlar özel üniversiteler ve vakıf üniversiteleri yoktu-, sağlık ocağından SSK hastanelerine, devlet ve üniversite hastanelerine kadar tüm sağlık kuruluşları, halk kütüphaneleri ve gezici kütüphanelerden, kültür merkezlerine, müze ve ören yerleri türünden kültürel yapılar, ve az sayıda da olsa, devlet eliyle yapılan lojman, afet konutu ve toplu konutlar, hatta iktisadi projelerin sosyal yatırımları bile dahildir. Görüldüğü gibi çok farklı nitelikte ve çok farklı ölçekte bina projesidir sonuçta söz konusu olan. Kimileri tip projedir; bunun için Bayındırlık Bakanlığı’nda bir mücadele vermek gerekir; kimileri yepyeni bir üniversite veya TÜBİTAK Marmara Bilimsel Araştırmalar Merkezi türünden bir kampus. Kimi zaman yarışma müellifleri, kimi zaman inşaat büroları veya bireysel müellifler devreye girer, hepsiyle doğru bir diyaloğu sürdürmek zorundasınız.

Dolayısıyla baştan itibaren ben kendim için iki görev tanımlamıştım: Birincisi, gerçek gereksinimlerin bir bilançosunu çıkararak, İktisadi Planlama Dairesi’nden, Sosyal Planlama Dairesi’ne aktarılan miktarın tavanını yükseltmek, yani o pastadan daha fazla pay almak; ikincisi, alınan payı mümkün olduğu kadar sonuç verici ve hizmet sunucu projelere harcamaktı. Birincisinin gerçekleşebilmesi için onların proje değerlendirme süreçlerine de müdahale etmek gerekti; çünkü gerçek gereksinimler ortaya konmadığı için, kuruluşların taleplerini baz alan bir değerlendirmeye göre kaynak ayırıyorlardı. Dolayısıyla bir yandan Sosyal Planlama Dairesi’nin bir uzmanı olarak çalışırken, bir yandan sürekli olarak İktisadi Planlama Dairesi bünyesinde bulunan Proje Değerlendirme Birimi içinde de etkin oldum. Genel eğilim, yalnızca yaratılacak istihdam ve üretim kapasitesi ve harcanacak miktarın yıllara dağılımı üzerinden bir değerlendirme yaparak bir projeyi programa almaktı. Programa alınan projelerin maliyetindeki astronomik artışlar ve gecikme süreleri bu değerlendirmenin yetersiz olduğunu kanıtlıyordu gerçekte. Bunların hemen hemen hepsi bir binaya dönüşen, dolayısıyla bina üretiminde de belli bir rasyonellik taşıması gereken yatırımlardı. O birimin içine de o yönde bir değerlendirme katarak daha rasyonel bir programlamaya gitmelerini, dolayısıyla da sosyal planlamaya biraz daha fazla pay ayırabilmelerini hedefledim.

Baştan itibaren kendim için iki görev tanımlamıştım: Birincisi, gerçek gereksinimlerin bir bilançosunu çıkararak, İktisadi Planlama Dairesi’nden, Sosyal Planlama Dairesi’ne aktarılan miktarın tavanını yükseltmek, yani o pastadan daha fazla pay almak; ikincisi, alınan payı mümkün olduğu kadar sonuç verici ve hizmet sunucu projelere harcamaktı… Bunların hemen hemen hepsi bir binaya dönüşen, dolayısıyla bina üretiminde de belli bir rasyonellik taşıması gereken yatırımlardı. O birimin içine de o yönde bir değerlendirme katarak daha rasyonel bir programlamaya gitmelerini, dolayısıyla da sosyal planlamaya biraz daha fazla pay ayırabilmelerini hedefledim.

KÖ: İhtiyaç programlarının belirlenmesinde mi görülüyor bu ayrılıklar?

ÇB: Sadece ihtiyaç programının belirlenmesinde değil, tüm kaynak kullanımında. Burada kaynak sözcüğünün yalnızca yatırım için, yani para için kullanılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Kaynak insan gücüdür, kaynak zamandır, kaynak kapasitedir ve tabii ki para ve makine teçhizattır aynı zamanda. Kaynak kavramının böylece çeşitlendirilmesi, zenginleştirilmesi gerektiğini savundum. Örneğin, bir bina eğer 5 yılda tamamlanmak yerine 10 yılda tamamlanıyorsa, bunun zaman olarak bir maliyeti var; o işe verilen emek maliyeti var, ek 5 yıl süresince karşılanmayan hizmetin maliyeti var. Dolayısıyla, geciken ve maliyeti artan her işte, para dışında çeşitli kaynakların israfı söz konusu.

Diyeceksiniz ki, mimar olarak bunlar sizi neden ilgilendiriyor? Tekrar mimarlık eğitimine dönüp şunu belirtmeliyim: Mimarın belki en büyük özelliği çok boyutlu düşünebilmesidir. Bu yalnızca mimari tasarım anlamındaki üçüncü boyut meselesi değil; her konuda çok boyutlu düşünebilmeyi içerir. Mimarın bir diğer özelliği, çok farklı disiplinlerden insanlarla diyalog kurabilmesi, bu çok boyutlu düşünce sistemine başkalarını da ortak edebilmesidir. Bu iki temel özellikten dolayıdır ki, mimarlar birçok alanda başarılı olabiliyorlar.

Mimarın belki en büyük özelliği çok boyutlu düşünebilmesidir. Bu yalnızca mimari tasarım anlamındaki üçüncü boyut meselesi değil; her konuda çok boyutlu düşünebilmeyi içerir. Mimarın bir diğer özelliği, çok farklı disiplinlerden insanlarla diyalog kurabilmesi, bu çok boyutlu düşünce sistemine başkalarını da ortak edebilmesidir. Bu iki temel özellikten dolayıdır ki, mimarlar birçok alanda başarılı olabiliyorlar.

KÖ: Mimari tasarımda maliyet faktörünün öne çıktığını görüyoruz. Gerçekten bu özel bir alan ve günümüzde bunun giderek daha çok yaşamsal önem taşıdığı bir süreç yaşıyoruz. Özellikle pazarlama kavramı, finans yönetimi öne çıkıyor. Mimarlar eskiden şantiye ağırlıklı çalışırken bugün işletme ağırlıklı, pazarlama ve finans ağırlıklı çalışmaya başladılar. Sizin de finans, yönetim ve mimari programının birleştiği bir alanda çalıştığınız anlaşılıyor. Sizin çalışma alanınızın giderek öneminin arttığı görülüyor. Çünkü politikalar para merkezinde yapılıyor artık. Ama bunun henüz mimarlık ortamında çok ciddi olarak ele alınmadığını görüyoruz. Özellikle maliyet analizi bağlamında görüşlerinizi söyleyebilir misiniz?

ÇB: Sizin tanımladığınız işlerle, benim sözünü ettiklerim arasında ufak bir nüans farkı vardır; nedir bu? Benim uğraştığım alan kamu yatırımları alanıydı ve dolayısıyla kendime kamu yararını kollamak gibi bir görev biçmiştim. Kamuya proje öneren kuruluşların her birinden bu konuda duyarlılık beklemek pek mümkün olmuyordu. Çünkü o sırada, belki o yarış ortamında zorunlu olarak gelişmiş bir zihniyet vardı: Devletten ne koparırsak kâr! Ama birinin özel beceriyle kopardığı bir başkasının aleyhine olacakmış, bu onları fazla ilgilendirmiyordu. Bunun en tipik örneği, birçok yerleşik üniversite en temel gereksinimlerini karşılayamazken, Hacettepe ve Beytepe Kampüslerinin “önlenemez” bir hızda büyüyüp gelişmeleridir. Objektif değerlendirme ölçütleri geliştirilmesi bu nedenle bir zorunluluktur. Yoksa bir kuruluşa fazla para veriyorsanız, öbürüne veremeyeceksiniz demektir. Dolayısıyla, kuruluşlararası belli bir hizmet dengesini ve kamu yararını gözeterek üretilecek kararlarla, sizin sözünü ettiğiniz ve büyük olasılıkla tek sahipli bir projenin pazarlanması yahut maliyet planlaması için üretilecek kararlar oldukça farklı çabaları gerektirebilir. Sizden bu hizmeti talep eden kişi veya kuruluş, zaten, yarar maksimizasyonunun yanısıra harcama minimizasyonu kendisi de benimsemiş olduğu için, hareket alanınızın sınırları baştan belli oluyor.

Benim söylediğim alanda ise bunu yapan kimse yok, siz onlar adına ve kamu adına bunu yapmak durumundasınız. Ama bunu yaparken de her şeyi minimum maliyete indirmek gibi bir çaba içinde olmanız da son derece yanlış olur. Hizmetin gerektirdiği harcamayı yapmaktan söz ediyorum ben. Dolayısıyla hizmetin gerektirdiği program tanımlanmasında da -işte orada ihtiyaç programı devreye giriyor- bu kuruluşlara yardımcı olmak görevlerden bir diğeri.

Bu alanda bir örnek vereyim: Biliyorsunuz Bayındırlık Bakanlığı hep tip projelerle çalışan bir kuruluştu ve bu tip projelerin kapasitesi zamanında belli bir şekilde belirlenmiş, 150 yataklı göğüs hastalıkları hastanesi, 10 derslikli yatılı bölge okulu, 12 derslikli kız meslek lisesi, 15 derslikli endüstri meslek lisesi veya bunların farklı biraraya gelişleri türünden tipler yıllarca sorgusuz sualsiz uygulanagelmişti.

Dersliği baz alan bir tip proje yaklaşımının ne kadar yanlış olduğunu zaman içinde projeleri ayrıntıyla inceleyerek, yerinde gözlemleyerek, değerlendirerek kavradım. Nedenini birkaç örnekle açıklamak istiyorum: Bir endüstri meslek lisesini ele alalım. Öncelikle hangi bölümleri içereceğinin -motor, elektrik, elektronik, mekanik, marangozluk vesaire- belirlenmesi gerekiyor; bu belirlemede özellikle o civardaki istihdam olanaklarının, mevcut sanayinin ara insan gücüne olan gereksinimlerinin dikkate alınacağı var sayılıyordu. Söz konusu bölümlerin olmazsa olmaz bazı mekân gereksinimleri vardır. Nedir bunlar? Laboratuarlar, teknik hizmet birimleri, atölyeler, vesaire… Bu olmazsa olmaz üniteler ayrıca o binanın birim maliyeti en yüksek alanlarıdır. Çünkü müthiş bir makine teçhizat donanımı gerektiren ünitelerdir. Bu makine teçhizatı çalışır halde tutmak için buraların enerji gereksinimini de ona göre tasarlamak gerekir. Dolayısıyla siz oraya eğer üç bölüm açmışsanız ve bu üç bölümün zorunlu mekânları olarak oraya 6 laboratuar, 12 atölye koymuşsanız, derslik sayısını önceden belirlemek yerine bu çekirdeği rasyonel kılacak derslik sayısını ve dolayısıyla bu çekirdeği rasyonel kılacak öğrenci sayısını belirlemek zorundasınız. Aksi halde kullanılmayan kapasitelere yatırım yapmak gibi büyük bir israfın kapılarını açmış olursunuz. Dolayısıyla tip kavramının da bu çerçevede tartışılıyor olması gerekiyor.

KÖ: Eğitim planlamasına ilişkin genel veriler size geliyordu herhalde?

ÇB: Tabii, zaten uzun yıllar Sosyal Planlama Dairesi, Eğitim Planlaması Bölümü’nde çalıştım; ama çalıştığım diğer bölümlerde de hep proje değerlendirme boyutunu öne çıkaran bir çaba içinde oldum. Sonunda Eğitim Planlaması Birimi’nden ayrılıp, bir diğer mimar arkadaş Rauf Aykut’la birlikte SPD bünyesinde bir Proje Değerlendirme Birimi’ni oluşturduk. Birimin çalışma ilkelerini, değerlendirme ölçütlerini ve çerçevesini ortaya koymanın yanısıra, İktisadi Planlama Dairesi’nin Proje Değerlendirme Birimi’yle ortak kullanılabilecek ön proje formları geliştirdik. Yakın zamana kadar bu formların kullanılıyor olduğunu biliyorum. Herhangi bir kurumda bir mimara -kimse mimarın ne işe yaradığın bilmediği için- “Sen şunu yap, bunu yaparsan bize yararlı olursun” denilmiyor. Mimar orada neyi yaparsa yararlı olabileceğini kendi el yordamıyla bulmak zorunda.

Eğitim Planlaması Birimi’nden ayrılıp, bir Proje Değerlendirme Birimi oluşturduk. Birimin çalışma ilkelerini, değerlendirme ölçütlerini ve çerçevesini ortaya koymanın yanısıra, İktisadi Planlama Dairesi’nin Proje Değerlendirme Birimi’yle ortak kullanılabilecek ön proje formları geliştirdik. Yakın zamana kadar bu formların kullanılıyor olduğunu biliyorum. Herhangi bir kurumda bir mimara -kimse mimarın ne işe yaradığın bilmediği için- “Sen şunu yap, bunu yaparsan bize yararlı olursun” denilmiyor. Mimar orada neyi yaparsa yararlı olabileceğini kendi el yordamıyla bulmak zorunda.

KÖ: Peki, bu yaptığınız alan tanımlamasını çok tipleştirirsek, -siz buna karşı çıkıyorsunuz ama- proje değerlendirme uzmanlığı gibi bir sonuç çıkarabilir miyiz deneyiminizden?

ÇB: Proje değerlendirme uzmanlığı denilebilir belki, ama o noktaya gelinceye kadarki deneyimi yadsımamak kaydıyla. Üstelik çoğu zaman “proje hazırlama” konusunda da kuruluşlara yardımcı olmaya çalıştık. Bu arada, üniversite yıllarımda bana rasyonel ve sistematik düşünmeyi öğreten sevgili hocam, Prof. Tulu Baytin’in kurup yönettiği Yapı Araştırma Enstitüsü’nün sınırsız desteğini anmadan geçemeyeceğim. Ölçütlerimize bilimsel bir içerik kazandıran, karşılıklı veri alışverişiyle gerçekleştirdiğimiz çalışmalar olmasaydı, kayda değer bir yol katetmeyecektik. Örneğin Eskişehir Anadolu Üniversitesi Gelişme Projesi, bir yatırımcı kuruluş, bir araştırma birimi ve kaynak aktaran kuruluşun işbirliğinin yaratabileceği sinerjiye iyi bir örnektir. Ne yazık ki TÜBİTAK’a bağlı olarak kurulmuş olan ve yıllarca yapı sektörü için paha biçilmez araştırmalar üreten bu enstitüyü, 80’li yılların sonunda erittiler; tıpkı şimdi TÜBİTAK’a yapmaya çalıştıkları gibi.

Çoğu zaman “proje hazırlama” konusunda da kuruluşlara yardımcı olmaya çalıştık. Sevgili hocam, Prof. Tulu Baytin’in kurup yönettiği Yapı Araştırma Enstitüsü’nün sınırsız desteğini anmadan geçemeyeceğim. Ölçütlerimize bilimsel bir içerik kazandıran, karşılıklı veri alışverişiyle gerçekleştirdiğimiz çalışmalar olmasaydı, kayda değer bir yol katetmeyecektik. Ne yazık ki TÜBİTAK’a bağlı olarak kurulmuş olan ve yıllarca yapı sektörü için paha biçilmez araştırmalar üreten bu enstitüyü, 80’li yılların sonunda erittiler; tıpkı şimdi TÜBİTAK’a yapmaya çalıştıkları gibi.

KÖ: Evet, mesleğimizle ilgili olarak pazarlama, inşaat yönetimi, proje yönetimi ve finans yönetimi kavramlarının günümüzde öne çıktığını söylemiştik. Buna ilişkin en azından yöntemler itibariyle yaptığınız işle bir paralellik kurulamaz mı? Gerçi günümüzde kamu anlayışında değişiklik söz konusu, işletme modellerine dönüştürülüyor şu anda…

ÇB: Kurulabilir, çünkü eninde sonunda maliyeti oluşturan unsurlar bellidir: Birim maliyeti x alan. Bu unsurlar arasındaki dengeyi gözetirken tercihler farklı olabilir. Kurumun biri işlevselliği, minimum harcamayla en fazla kapasiteyi yaratmayı hedefler, bir diğeri yaptığı projenin görülür, fark edilir olmasını ister; dolayısıyla belki daha uçuk tasarımlara gidilmesini tercih edebilir. Biri, belli bir standardın altına inmemek kaydıyla mümkün olan en alçakgönüllü malzemeyle, ferah ve işlevsel mekânlar yaratmayı, bir diğeri en şık malzemeyi kullanıp, tuvalet kapısı kapanırken klozete sürtünmenizi gerektirecek kadar dar alanlar kullanmayı tercih eder. Doğal olarak yalnızca ilk yapım maliyetini değil, işletme maliyetini, bakım onarım ve sürdürülebilirlik maliyetini de gözetmek gerekir, tasarım aşamasından itibaren. Yani o tercihler sizin sözünü ettiğiniz özel projelerde her bir proje bazında farklı olarak belirlenebilir ve bu doğrultuda birtakım çalışmalar yapılabilir.

Benim verdiğim örneklerde ise çok değişik türden ve çok farklı kesimlere yönelik olarak üretilen projeler söz konusu, ama hepsinde ortak baz kaynakların sınırlı olması nedeniyle en verimli biçimde kullanılması zorunluluğudur. Dolayısıyla orada maniple edilebilecek öğeler belki daha sınırlı. Sizin verdiğiniz örnekte biraz daha fazla.

KÖ: Yalnız önemli bir şey var, hızlı bir değişim süreci yaşıyoruz. Bu değişim sürecinde de mimarların mesleki kimliklerinden çok başka kimlikleri öne çıkmaya başlıyor…

ÇB: Mesleki kimlikten kastınız nedir? Tasarım diyeceksiniz herhalde?

KÖ: Hayır hayır, demeyeceğim. Tabii ki tasarım, mimarinin özü. Tasarımcı bakışıyla konuya yaklaşmak temel davranışı mimarın. Ancak tasarımcı kimliğinden çok, işletmeci, pazarlamacı ya da finansçı kimlikleri öne çıkmaya başladı. Bu durumda yöntemler aynı olsa bile bir çelişki oluşturmuyor mu? Kendilerini neden mimar hissetmiyorlar, farklı hissediyorlar?

ÇB: Başkalarının kendilerini neden mimar hissetmedikleri konusunda, başkaları adına fikir üretmek de biraz zor. Ancak şunu söyleyebilirim: Mimarın temel görevlerinden biri işvereni, ister kamu olsun, ister özel olsun, ister tek kişi, ister bir kurum olsun, kendi gereksinimleri konusunda bilinçlendirmek. Mimar bunu nasıl yapar? Yani “Başkasının gereksinimini ondan daha iyi bilecek değil ya” diyebilirsiniz; ama bilmek zorundadır. Çünkü mimar, tüm uygulamaları izlemek, bunların analiz ve sentezini yapmak, neyin ne zaman yararlı, ne zaman yararsız olduğunu bilmek ve bu konuda işvereni uyarmak zorunda. Mimarlık eğitimi almamış bir kurum yetkilisi veya kişinin bu gereksinimleri doğru belirlemesini bekleyemeyiz. Dolayısıyla onları yönlendirecek kişi mimardır. Bu da işte tasarım perspektifini göz ardı etmeden yapması gereken bir iştir.

Mimarın temel görevlerinden biri, işvereni kendi gereksinimleri konusunda bilinçlendirmek. Mimar bunu nasıl yapar? Mimar, tüm uygulamaları izlemek, bunların analiz ve sentezini yapmak, neyin ne zaman yararlı, ne zaman yararsız olduğunu bilmek ve bu konuda işvereni uyarmak zorunda. Mimarlık eğitimi almamış bir kurum yetkilisi veya kişinin bu gereksinimleri doğru belirlemesini bekleyemeyiz. Dolayısıyla onları yönlendirecek kişi mimardır. Bu da işte tasarım perspektifini göz ardı etmeden yapması gereken bir iştir.

KÖ: Bir tür rehberlik görevi yapmak, yani mimariye yakınlaştırmak, mimarlıkla ilişkilendirmek.

ÇB: İhtiyaç sahibini mimarca düşünmeye ikna etmek zor ve pek de verimli olmayan bir yöntem. Daha çok siz kendinizi onların yerine koyup, görüşlerinizi onların bakış açısı ve diliyle aktarabilmek, empati yoluyla ikna etmek durumundasınız. En önemlisi, size güven duymalarını sağlamak ve eninde sonunda onların yararına olacak kararlar üretmeye çalıştığınıza ikna etmek.

KÖ: Kendi deneyimlerinizden bağımsız olarak, günümüzde nasıl bir hizmet değişimi yaşadığımızı gözlemliyorsunuz?

ÇB: Söyleşinin başında, proje üretim sürecinin çok karmaşık ve çok değişik disiplinlerden, yahut mimarlık alanında farklı uzmanlıklardan hizmet gereksinen bir süreç olduğundan söz etmiştim. Sanıyorum geleceğe yönelik olarak yapılacak çalışmalarda bu süreci mümkün olduğu kadar ayrıntılarıyla ortaya koymakta büyük yarar var. Böylelikle, her bir aşamanın hangi uzmanlıkları gerektireceği çok daha net görülür. Bunlar, mimarlığı kendi içinde ayrıntılandıran uzmanlaşmalar olabileceği gibi, tamamen farklı disiplinler de olabilir. Bugün en basit yarışma projesinde bile makine mühendisinin, elektrik mühendisinin, inşaat mühendisinin katkısı gerekir. Günümüz koşullarında buna belki çok farklı disiplinlerin de eklenmesi gerekecek: Çevre mühendisi veya çevre bilimcisi, kent plancısı, işletmeci, malzeme analisti, maliyet plancısı, belki bir demografi uzmanı, trafik uzmanı ve daha birçok kişinin katkısı önemli olabilir. Projenin konumu bile bu alanda belirleyicidir. Örneğin, deprem kuşağındaki bir alanda, deprem uzmanının katkısı belki çok daha öncelikli olacaktır. Buna karşılık güneş ısısı ve ışığından yararlanılması gereken, enerji konusunun daha ağır bastığı bir alanda, farklı bir uzmanlık devreye girecektir.

KÖ: Bu bir tartışma tabii. “Mimarın Halleri” dizisinin varacağı nokta da bir anlamda bu. Sorgulamak istediğimiz konu gelecek. Bir taraftan uzmanlıklar öne çıkıyor, diğer taraftan tasarımcı mimar tipinin kendisi değişiyor. Diğer yandan uzmanlıkları reddediyor mimarlık alanı, ancak uzmanlıkların oluşumuna da engel olamıyor. Çünkü işletmeler istiyor…

ÇB: İşletmeler istemese de, sorun alanlarını doğru tanımlayabilen bir mimarın bu ihtiyacı duyması gerekiyor. Çünkü her bir sorun alanının gerektirdiği ayrıntılı analizlerin altından tek başına kalkması ve çözümler üretmesi mümkün değil. Ya o ayrıntıları yok sayan bir yaklaşımla kendi tasarımını gerçekleştirecek ve sonuçlarına katlanacak ya da, eğer gerçekten kalıcı, işlevsel, maliyet sınırlarına saygılı, kentsel ve doğal çevreyle uyumlu, çevre sorunu yaratmayan, kullanıcıların gereksinimlerine yanıt veren bir proje üretmek gibi bir kaygıyı duyuyorsa, o zaman belli uzmanlarla birlikte çalışacaktır. Onlardan gelen girdileri optimize etmek, tasarımda ek bir çabayı gerektirse bile.

İşletmeler istemese de, sorun alanlarını doğru tanımlayabilen bir mimarın bu ihtiyacı duyması gerekiyor. Çünkü her bir sorun alanının gerektirdiği ayrıntılı analizlerin altından tek başına kalkması ve çözümler üretmesi mümkün değil. Ya o ayrıntıları yok sayan bir yaklaşımla kendi tasarımını gerçekleştirecek ve sonuçlarına katlanacak ya da, eğer gerçekten kalıcı, işlevsel, maliyet sınırlarına saygılı, kentsel ve doğal çevreyle uyumlu, çevre sorunu yaratmayan, kullanıcıların gereksinimlerine yanıt veren bir proje üretmek gibi bir kaygıyı duyuyorsa, o zaman belli uzmanlarla birlikte çalışacaktır. Onlardan gelen girdileri optimize etmek, tasarımda ek bir çabayı gerektirse bile.

KÖ: Birçok alandaki uzmanlığa mimarın gereksinimi var, ancak aynı dilden konuşmuyorlar. Bu nedenle bir mimar tipi çıkıyor ve o alanda uzmanlaşıyor. Böyle bir uzmanlaşma zorunlu bir sonuçtur. Tasarımcı mimar tipinin aynı dilden konuşacağı partnerlere ihtiyacı vardır. Bu sorundan yola çıkarak iki tarafın da farklılaşacağını düşünüyorum; bir yandan uzmanlaşmalar çoğalırken, aynı zamanda o genel mimar tipinin de kendi sınırlayıcıları çoğalacak…

ÇB: Baştan da söylediğim gibi, mimarın en büyük özelliği değişik disiplinlerden insanlarla iletişim kurabilmesi. Dolayısıyla onların dilinden anlamak için bir aracıya ihtiyaç duyması gerektiğine çok fazla katılmıyorum. Belki bir çevirmene ihtiyaç duyabilir bazı konularda, çeşitli aşamalarda danışmanlık gereksinimi olabilir. Ama mutlaka mimar artık masanın başına oturup eline kalemini alıp tek başına harikalar yaratan bir sanatkâr olmaktan çıkmak zorunda diye düşünüyorum.

KÖ: Genelde halden hale geçişin olağan olduğunu düşünüyorsunuz. Bu durumda, bazı uzmanlıklarda süreklileşme eğilimi başlamıyor mu?

ÇB: Bu ülkede daha mimarın bile ne yaptığını bilen, dolayısıyla mimarın hizmetine ihtiyaç duyan çok fazla insan yok. Durum böyleyken acaba daha da ayrıntılandırılmış uzmanlık alanlarının hizmetine ihtiyaç olacak mı? Belki de daha fazla olur; onu da bilemiyorum. Yani insanlar her konuda kendilerine hükmeden bir mimar yerine sadece işin bir ucunda görüş belirten birini tercih edebilirler! Doğru olan, proje üretim sürecinin bu uzmanlıkları değerlendirecek şekilde örgütlenmesi.

KÖ: Avrupa ülkelerinin bazılarında, bir yanda tasarımcı mimar, diğer yanda proje yöneticisi veya danışmanı bir mimar tipi var. Bu ikisi birlikte çalışıyorlar iş boyunca. Bu örnek aslında çeşitli hizmetlerin tek bir çatı altında toplanabilmesini sağlıyor ve en azından o diğer disiplinlerle ilişki kurmakta aracı rolü sistemleştiriliyor. Sorduğumuz sorulara ilişkin geleceğe yönelik olarak bir yöntem veya bir model oluşturmakta bir örnek olarak gözüküyor.

ÇB: Doğrusu bu doğrultuda kesin bir yargıya varacak bir yetkim olduğunu düşünmüyorum. Yalnızca, örneklerden hareket ederek bu işlerin yapılması gerektiğini ve bunları da en iyi mimarların yapacaklarını düşünüyorum. Dahası, bu türden hizmetler sunan mimarların da mimar sayılabileceğini düşünüyorum. Belki de sınıfça meslekte 40. yıl plaketimizi alıyor olduğumuz şu günlerde, meslekten o kadar da uzak olmadığımı vurgulamak için söylüyorum bunu.

KÖ: Bence sizin gibi kamuda çalışan mimarların en çok bunu hakettiğini düşünüyorum. Kamuda çalışan mimar tipinin aslında çok önemli işlevleri var; “farkında olanlar”ın yaptığı işler değer katıyor hayata… Birçok isimsiz mimarın çok önemli işler yaptığını biliyoruz. Bu dostlarımızın mimar sayıldığı bir gelecek için bu mini dosyayı yapmaya çalışıyoruz.

ÇB: Bu arada kendi deneyimimde öncelikli olmadığı için üzerinde durmadığım bir konu var, ama mutlaka o konunun ele alınması gerekiyor. Bilindiği gibi, bir mimari tasarım ancak uygulandığı anda mimariye dönüşür; yoksa kâğıt (veya şimdi bilgisayar) üzerinde unutulur gider. Bu uygulama da yükleniciler aracılığıyla oluyor. Teknik şartnamenin ve ihale dosyasının hazırlanması ve yüklenici seçimiyle ilgili olan süreç bu nedenle çok önemli. Eğer doğru yüklenici seçilmemişse, ona doğru kriterler verilmemişse, sağlıklı bir denetim yapılmamışsa ortaya çıkan yapının tasarlananla hiçbir ilgisi olmayabilir ve bu sadece tasarlayan mimar açısından değil, tüm toplum açısından da çok olumsuz sonuçlara yol açabilir.

Mimari tasarım ancak uygulandığı anda mimariye dönüşür. Bu uygulama da yükleniciler aracılığıyla oluyor. Teknik şartnamenin ve ihale dosyasının hazırlanması ve yüklenici seçimiyle ilgili olan süreç bu nedenle çok önemli. Eğer doğru yüklenici seçilmemişse, ona doğru kriterler verilmemişse, sağlıklı bir denetim yapılmamışsa ortaya çıkan yapının tasarlananla hiçbir ilgisi olmayabilir ve bu sadece tasarlayan mimar açısından değil, tüm toplum açısından da çok olumsuz sonuçlara yol açabilir.

KÖ: Peki efendim, çok teşekkür ederiz. Eklemek istediğiniz başka bir konu var mı?

ÇB: Evet, birkaç cümle daha eklemekte yarar görüyorum. Burada ağırlıkla DPT yılları üstünde durduk. Ama bu 40 yıllık meslek hayatımın yalnızca 15 yılını içine alıyor. Şunu söylemek isterim ki onun dışındaki 25 yıl boyunca yaptığım tüm işlerde mimarlık eğitiminin bana kazandırdıklarından yararlandım; daha doğrusu mimar olmasam onların hiçbirini yapamazdım. Çok teşekkür ederim.

KÖ: Biz teşekkür ederiz.

Çelen Birkan’ın Özgeçmişi

1943’te Lefkoşa’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ada’da tamamladıktan sonra 1960’da girdiği İTÜ Mimarlık Bölümü’nden Şubat 1966’da mezun oldu. Sınıf arkadaşı Güven Birkan’la evlendi. 1966‘da sınavla girdiği Devlet Planlama Teşkilatı, Sosyal Planlama Dairesi’nde 15 yıl uzman ve sektör sorumlusu olarak çalıştı. Sosyal yatırımlara ilişkin olarak ihtiyaç programları geliştirme, maliyet planlaması, proje hazırlama ve değerlendirme, yatırımların rasyonalizasyonu konularına ağırlık verdi. 1981 yılında, DPT’de çevre sektörü sorumlusu iken, Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı Çevresel Standartlar Dairesi Başkanlığı’na atandı. Ülke gündemine yeni girmiş olan çevre konusunda müsteşarlığın genç kadrolarının yetişmesine, çevreye yönelik projelerin tanımlanması ve uygulanmasına katkıda bulundu. Çevre Yasası ve ilgili yönetmeliklerin hazırlanması çalışmalarına katıldı. Gerek DPT’de, gerekse Çevre Müsteşarlığı’nda çalıştığı süreler içinde, çok sayıda yurtdışı toplantılarda ülkeyi temsil etti. 1970’lerin başından 1980’lerin sonuna kadar Mimarlar Odası’nın, başta Yarışmalar Komitesi olmak üzere çeşitli birimlerinde görev aldı. Güney Doğu Avrupa Ülkeleri Mühendisleri Sürekli Konferansı’nın (COPISEE), 1979–1981 yıllarına rastlayan Türkiye dönem başkanlığı sırasında örgütün Genel Sekreterliği’ni, aynı yıllarda Oda’nın Ankara Şubesi Başkanlığı’nı yaptı. 1986–1988 arasında TÜBİTAK Yapı Araştırma Enstitüsü’nde, kentsel çevreye ilişkin araştırmalar yürüttü. 1988 sonunda emekliye ayrılıp, İstanbul’a döndü. 1988–98 arasında farklı kurumlarda danışman, proje koordinatörü, yayın editörü, sanatsal/kültürel etkinlikler koordinatörü, eğitmen olarak hizmet verdi. Tarih Vakfı’nda İstanbul Müzesi’nin kuruluş çalışmalarını yürüttü. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş.’nin ilk genel müdürü oldu. Yurtiçi ve yurtdışı seminerlerde sunduğu tebliğler dışında, başta Mimarlık, Çevre, Yapı, İstanbul, Arredamento, Statüs ve Mimarist olmak üzere çeşitli dergilerde, mimarlık, çevre ve müzecilik konularında makaleleri yayımlandı. Halen, Mimarist dergisi Yayın Danışma Kurulu, SOS Çevre Gönüllüleri Platformu Bilimsel Danışma Kurulu üyeliklerinin yanısıra, yayına ve kültürel etkinliklere yönelik çalışmalarını sürdürüyor.

Bu icerik 12374 defa görüntülenmiştir.