339
OCAK-ŞUBAT 2008
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ETKİNLİKLER

YANSIMALAR: “Koruma Alanına Yeniden Bakış” Dosyası Üzerine

DOSYA: Mimarlık ve Eğitiminde “Süreklilik ve Değişim”

MİMARLIK ELEŞTİRİSİ: Turgut Cansever’in Söylemi ve Mimarlığı

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY
TÜRKÇE ÖZET
YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK ELEŞTİRİSİ: Turgut Cansever’in Söylemi ve Mimarlığı

Bir Turgut Cansever Profili

Gürhan Tümer

Prof. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü

Turgut Cansever, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü 1946 yılında bitirdi. Yani yarım yüzyılı aşkın bir süredir mimarlık mesleğinin içinde. Bu zamanı boşa harcamadı. 1949’da, daha hocaların bile çoğu böyle bir unvana sahip değilken, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü’nde doktora yaptı. 1960’da doçent oldu. Mezun olduğu Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde, Edirne Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi’nde öğretim üyesi olarak; Marmara Bölgesi Planlama Teşkilâtı’nda, İstanbul Metropol Planlama Dairesi’nde başkan olarak görev yaptı. Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu üyeliğine seçildi; Suudi Arabistan’da, Mekke Üniversitesi’nde danışmanlık hizmeti verdi. Pek çok proje yaptı. Ağa Han Mimarlık Ödülü’nün hem jürisinde yer aldı, hem de, ayrı ayrı dönemlerde, bu ödülü üç binasıyla iki kez kazandı. Ayrıca, makaleler yazdı, söyleşiler yaptı.

 

Bu meslektaşımızın ödüllü yapıtlarından biri olan Türk Tarih Kurumu, benim en çok sevdiğim binaların başında gelir. Bana sorarsanız, Cansever, yalnızca o binayı yapmış olsaydı bile, adını Türk mimarlık tarihine yazdırırdı.

 

Bütün bunlar, hiç kuşkusuz, çok önemli nitelikler. Ama Turgut Cansever’in, gerek ülkemiz, gerekse benim bu yazım açısından daha da önemli özelliği, mimarlığı, yalnızca mimarlıkla sınırlı olmayan, geniş bir çerçeveye, kapsamlı bir bağlama, bir kurama, bir felsefeye oturtmaya yönelik bir söyleme sahip olması.

 

Cansever’in bu yönünün, birçok kişi tarafından fark edildiğini ve vurgulandığını biliyoruz. Örneğin, onunla, Türk Edebiyatı dergisi adına bir söyleşi yapan Beşir Ayvazoğlu, söze, “Sadece mimar ve şehircilik uzmanı değil, aynı zamanda büyük bir düşünür olan Doç. Dr. Turgut Cansever hocamızla [...]” diyerek giriyor.(1) Vizyon dergisinde yayımlanan bir söyleşide de, söyleşiyi yapan, Turgut Cansever’e, “Sizin karşınızda bir mimarla olmaktan çok, bir düşünce adamıyla birlikte olduğumu biliyorum” diyor.(2) Cansever’in bu özelliğine, “Çağdaş Mimarlıkta İslami İçerik Sorunu ve Cansever” adlı makalesinde, Uğur Tanyeli de değiniyor ve onun söyleminden seçtiği beş cümlelik bir bölümü şöyle değerlendiriyor:

 

Cansever ‘felsefesi’nin manifestosu niteliğindeki bir yazının giriş cümlelerini oluşturan bu metin, aşırı kısalığına karşın, çağdaş Türk mimarlık düşüncesinin ilginç, önemli ve de ender rastlanan ürünlerinden biri sayılmalıdır. Sözgelimi, pratik yapan bir Türk mimarı tarafından yazılmış olup da, hayati nitelikte bir ontolojik saptamayla başlayan bir başka yazı yok. Bu çok özlü, ‘Kant–vari’ ifadesiyle, Cansever mimarlığa ilişkin düşüncelerini, tüm varlıklar evrenini kuşatacak kapsamlılıktaki bir sistemin parçası olarak takdim ediyor. (3)

 

Ancak, genelde İslamcı, tutucu yayın organlarının temsilcileri olan, mimarlıkla pek ilişkileri bulunmayan, aslında yalnızca, Cansever’in İslami yönünü öne çıkarmayı öngören kişilerden farklı olarak, Uğur Tanyeli, her ne kadar, “Cansever’in düşünce yaklaşımı[nın] kendi içinde tutarlı bir sistem” (4) oluşturduğunu; onun “konuştuğu dilin bir fanatiğin dili olmadığını” (5) söylüyorsa da, aynı makalesinde, bu söylemin tartışılabileceğini de vurgulamadan geçemiyor. Ben, işte bütün bunlardan yola çıkarak, aşağıdaki satırlarda, böyle bir tartışma açmayı ve Turgut Cansever’in profilini, binalarına değil, yalnızca söylemine dayanarak çizmeyi deneyeceğim.

 

Az önce de belirttiğim gibi, Cansever’in mesleki yaşamı çok uzun ve çok zengin. Bu nedenle, onun söyleminin bir bölümü, belgesel nitelikte ve kendisinden sonra gelen kuşaklar için yararlı bilgiler içeriyor. Bu bilgilerin kimileri, yakın geçmişimizin mimarlık dünyasının perde arkasını da aydınlattığından, daha bir ilginç. Örneğin, “Koruma Planlaması ve Fiziki Planlama” konulu toplantıya sunduğu “Koruma Planlaması ve Fiziki Planlama için Öneriler”; Tarih Vakfı’nın çıkardığı İstanbul dergisinde yayımlanan “Ülke Ölçeğinde İstanbul’u Planlamak”; Yapı dergisinde yayımlanan “İstanbul Nazım Plânı (1994) Hakkında Düşünceler”; Mimarlık ve Şehir dergisinde yer alan “Beyazıt Meydanı” adlı yazıları bu türden. Bunları okuduğumuzda bilgileniyoruz; Menderes’in 1950’lerde, İstanbul’da giriştiği yoğun imar harekatının ya da 1990’larda, yine İstanbul’da yapılan Habitat Toplantısı’nın, Beyazıt Meydanı’nın düzenlenme sürecinin ayrıntılarını öğreniyoruz.

 
Ancak, bu, madalyonun bir yüzü. Madalyonun öteki yüzünde ise, Turgut Cansever, karşımıza çok farklı bir söylemle çıkıyor. Aşağıdaki satırlarda, bu söylemin kimi belirgin özelliklerini, dört ana başlık altında ele almaya, irdeleyip tartışmaya çalışacağım.
 
İSLAMCI BİR SÖYLEM
 
Bu ünlü mimarımızın söyleminin en önde gelen, en belirgin, en temel özelliği, İslami, daha doğrusu İslamcı olması. Zaman zaman zigzagların çizilmesine, bunalımların yaşanmasına karşın, laikliğin devlet politikası olarak benimsendiği; cami yaptırma dernekleri gibi girişimler bir yana, bu ilkenin, mimarlık alanında da geniş kabul gördüğü bir ülkede, böyle bir söylemin anakronik ve marjinal kaldığını belirtmenin özgün bir yanı yok. Ama bu konuyla ilgili daha başka saptamalar yapılabilir.
 
Kutsal kitapların, geçmişle ve gelecekle ilgili her türlü bilgiyi içerdiği inancı, çok eski bir inançtır. Son yıllarda yayımlanan, Tevrat’ın Şifresi, Kur’an’ın Şifresi gibi kitaplar, bu inancın günümüzde de sürdüğünü gösteriyor. Pakistanlı bilim adamı, nükleer fizik profesörü Pervez Hoodbhoy, İslam ve Bilim (Bağnazlığa Karşı Akılcılığın Savaşımı) adlı kitabında, “İslami bilimin şaşırtıcı sonuçları”nı sergileyen, birbirinden ilginç birçok somut örnek veriyor. Hoodbhoy, o kitabında, “Mısır’ın ünlü El-Azhar Üniversitesi’nde, yerbilimleri dalında öğretim üyeliği yapan Dr. Muhammed Muttalip’in”, jeolojik veriler ve olguların Kur’an ayetleriyle ilişkisi üzerinde son derece kapsamlı bir tebliğ sunduğunu söyledikten sonra, şöyle diyor: “Öyle görünüyor ki, bu bilge yazar, Newton’un ‘yerçekimi’ dediği olayın gerçekten farkında değildir.” (6)
 
Çok şaşırtıcı ama, Turgut Cansever de, kendisiyle, 1991 yılında yapılan bir söyleşide, şu savları ileri sürüyor:
 
Modern çağda nükleer fizikte elde edilen bilgilerle, kültür alanında oluşan hâdiselerin çoğu, Asyaî yahut İslam kaynaklıdır. Kandinsky’nin resminde mekân telâkkisi, o resme nasıl bakılması lâzım geldiğine dair bilgi İslamî kaynaklıdır.(7)
 
Bu sözlerin, siyasal açıdan değilse de, kültürel açıdan, deyimin tam anlamıyla, İslamcı radikalizmin bir yansıması olduğunu, sanırım kimse yadsıyamaz.
 
Dahası, Cansever, nükleer fizikte, resimde kalmıyor, aynı şeyin, mimarlıkla ilgili konularda da geçerli olduğunu ileri sürüyor.
 
Örnekse, katılımcılık konusu. Cansever, tıpkı postmodernistler gibi gerek mimari, gerekse kentsel ölçekte zorlamacılığa, emrediciliğe, dayatmacılığa karşı katılımcılıktan yana ve ona göre bu da İslam kaynaklı:
 
BM (Birleşmiş Milletler Habitat’da), şehir fenomeninin sosyal ve iktisadî vechelerini gündeme getiriyor. Fakat fizikî meseleye yalnız genel bir ilke ile temas ediyor. İnsan telâkkisiyle başlıyor ve insanın katılımı ile çözüm sağlayacağını söylüyor. Bu aslında tamamen İslamiyet’in emri. Katılım fikri İslam dünyasından, 1945’lerden sonra Avrupa Konseyi ülkelerine yerleşiyor.(8)
 
[...] Esas itibariyle katılım fikrinin özü, İslam inancında yatıyor. Böyle bir insan telâkkisi, yüce, güvenilir ve yapabilir varlık olma telâkkisiyle, ayrıca bazı insanların öbürlerini idare etme gibi haklara sahip olmadıkları inancı, İslam devlet, insan ve kültür telâkkisinin temelini oluşturuyor. Çevrenin oluşumuna katılmak, bir insan hakkıdır. Hıristiyanlık yahut Yahudiliğin günahkâr insanının böyle bir katılımda bulunması felsefî olarak mümkün değildir.(9)
 
Cansever’e göre, mimarlığı biçimleyen evrensel değer yargıları, üslûp güzellikleri, çevreye uyum gibi temel öğeler, yalnızca İslam kaynaklı değildir, aynı zamanda, yalnızca “İslam âlemine” özgüdür:
 
Bir taraftan mimarî, üslûp güzellikleriyle bütün insanlara hitap eder ve ebediyen geçerli olacak değerler taşırken, yani İslam’ın insanlara emrettiği davranış temellerinin özelliklerini yapıların üslûbunda devam ettirirken, diğer taraftan, yapıların her birinin, ailenin ihtiyaçları ve yapının üzerinde yerleştiği bölgenin özelliklerine göre inşa edilmesi esas alınırdı. Doğrusu, bu zenginliklerin gerçekleştirildiği yer olarak, İslam âlemi dışında başka bir örnek zikretmek mümkün değildir.(10)
 
Bu savlarda, bence yalnızca yanlışlıklar değil, büyük insafsızlıklar, “İslam âlemi” dışında kalanlara karşı yapılmış haksızlıklar da var.
 
Yine Cansever’e göre, İslam mimarisinin her bakımdan olumlu, başarılı olması, bir hadisde, insanın aslî görevinin, bu dünyayı güzelleştirmek olduğunun belirtilmesinden kaynaklanıyor. Hz. Muhammed, böyle bir söz etmiş olabilir. Ama bu hadisin, İslam mimarisini, bütün dünyada yönlendiren bir ilke olduğu ileri sürülebilir mi?
 
Özetle, Cansever’in zayıf noktalarından biri, İslami söylemini, sağlam felsefi kanıtlarla değil, yüzeysel, şematik yakıştırmalarla sürdürmesi. Panofsky’nin, skolastik felsefe ile gotik mimari arasında kurduğu ilişkinin kuramsal şıklığı, felsefi derinliği, Cansever’de asla yok.
 
OSMANLI’DAN YANA
 
Turgut Cansever’in söyleminin temel özelliklerinden biri de, Osmanlı hayranı olması, Osmanlıcı olması.
 
Osmanlı İmparatorluğu, hiç kuşkusuz, gelmiş geçmiş imparatorlukların en büyüklerinden, en önemlilerinden biriydi. Dolayısıyla, Osmanlı’yı, Osmanlı kültürünü yadsımak kadar yanlış, abes bir davranış olamaz. Yalnızca bizim değil, bütün dünyanın, her konuda, bu arada mimarlık alanında da, Osmanlı’dan öğreneceği pek çok şeyin bulunduğuna inanıyorum. Bu açıdan, ben de bir Osmanlı hayranıyım.
 
Ama Cansever, bu konuda da bir fanatik. O nedenle de, Osmanlı’yı överken, savunurken, ona varolmayan birtakım özellikler yakıştırıyor, dolayısıyla da, yanlışlara düşüyor.
 
Kanuni Sultan Süleyman’la ilgili şu sözlerinin, yukarıdaki savıma iyi bir kanıt oluşturduğunu düşünüyorum:
 
XIV. Louis’nin ülkesi olan Fransa, Osmanlı’nın bir vilâyeti kadardı. Buna rağmen kendisini güneş batmayan ülkenin imparatoru ilân ederken, Kanunî Sultan Süleyman [...] Topkapı Sarayı’nın iki, üç odasında yaşıyor ve gerçekten dünyayı idare ediyordu. Kanunî [...] mütevaziydi. İddiacı değildi, çekingendi. Sadaret divanında ağzını açıp söz söyleme hakkı yoktu [...] Gururlanmak yerine mütevazi olmak, onun hayatının tadıydı, lezzetiydi.(11)
 
Sadaret divanında ağzını açmayan, ama aslan gibi oğlu Şehzade Mustafa’yı, kimseye aldırmadan boğdurtan; çağdaşı olmadığı için XIV. Louis’ye değil ama, I. François’ya, o megaloman mektubu yazan; Süleymaniye’nin inşaatı gecikiyor diyerekten, Koca Sinan’ı paylayan, dahası ölümle tehdit eden; ileri yaşına karşın fetih ruhuyla hareket ederek, ta Macaristan’a giden bir padişahın, “gururlanmak yerine mütevazi”, “çekingen” ve “iddiasız” olduğunu ileri sürmek, ancak kayırmacılıkla açıklanabilecek bir saptırma değil midir?
 
Toprakları üzerinde güneş batmayan ülkenin, Fransa değil, dünyanın öbür ucundaki Hindistan’ı bile sömürgesi haline getiren İngiltere olduğunu; XIV. Louis’ye ise, “güneş-kral” denildiğini de, bu arada belirteyim.
 
Cansever, aynı tutumu, Osmanlı mimarisi sözkonusu olduğunda da takınıyor. İşte bu savımı kanıtlayan birkaç örnek:
 
O, 19. yüzyıl Batı mimarlığının, yani modern mimarinin, kendini bir teknoloji fetişizmine kaptırdığına, bunun da kötü bir şey olduğuna inanıyor. Bu durumda, Osmanlı’nın böyle bir yanlışa düşmediğini göstermeyi, onu böyle bir yanlıştan “tenzih” etmeyi görev biliyor ve Fatih Sultan Mehmed’in, kendi adıyla anılan camiyi, eski Fatih Camii’ni, Ayasofya’dan küçük olarak inşa ettiği için Atik Sinan’ı cezalandırdığını; Sinan’ın, Süleymaniye’yi yaparken de, Selimiye’yi yaparken de, kendini Ayasofya’nın muazzam kubbesinin baskısı altında hissettiğini unutarak, daha doğrusu gözardı ederek, şöyle diyor:
 
İslam mimarisi [...] olağanüstü teknolojik bir başarıyı, örneğin, Gotik mimarinin hâkim karakterinde yahut 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın yapılarında görülebileceği gibi, bir yapının büyük bir “span” (açıklık) ya da olağanüstü bir aydınlığa kavuşturulması gibi bir şeyi amaçlamaz.(12)
 
[...] Büyük açıklıkları geçmeyi amaçlayan çelik konstrüksiyonlar, daha yüksek, yahut daha mübalağalı bina yapma tavrı İslami değildir.(13)
 
“Olağanüstü aydınlık”, “büyük açıklıkları geçmeyi amaçlayan çelik konstrüksiyonlar” gibi deyimleri dikkate aldığımda, bu sözleri söylerken, Cansever’in aklında, Londra’daki “Crystal Palace”ın, Paris’teki “Galérie des Machines”in bulunduğunu düşünüyorum.
 
Az önce de belirttiğim gibi, Osmanlı, camiler sözkonusu olduğunda, “span” açısından, hiç mi hiç mütevazı değildi. Bunun tersini ileri sürmek yanlış. Ama Osmanlı’da, bir “Crystal Palace”ın, bir “Galérie des Machines”in bulunmadığı, yani Osmanlı’nın, Batıdaki bu çizgiyi izlemediği doğru. Ne var ki, bu durum, Cansever’in vurguladığı gibi, övünülecek bir erdemin değil, dövünülecek bir geri kalmışlığın simgesi.
 
Mimarımızın şu sözleri de, konumuzla ilgili bir başka somut örnek:
 
Bir Gotik katedrali düşündüğünüzde, burada unsurların (öğelerin) dünyayı süsleyen varlıklar olma vasfı yoktur. Buna karşılık, Süleymaniye’ye bakarsanız, kemerlerin altındaki pencerelerin dizileri, pencerelerin içindeki fil gözlerinin dizileri, kubbeler, minareler, her biri kendi şahsiyetine sahip unsurların ilişkisinin uyum içinde olduğunu göreceksiniz.(14)
 
Burada da, çok öznel bir değerlendirmeyle karşı karşıyayız. Ortada yine bir tarafgirlik var.
 
Ben, Süleymaniye’nin iç mekânının ya da siluetinin görkemini küçümsemek gibi bir yanlış yapmam, tam tersine, ona hayranım. Ama öte yandan da, Fransız gotik mimarisinin doruk noktalarını oluşturan Reims Katedrali’ni, Chartres Katedrali’ni çok beğeniyorum. İğne oyası gibi işlenmiş Milano Katedrali’ne baktığımda, çok etkileniyorum. Bu katedralin ana gövdesiyle, gökyüzüne uzanan çan kulelerinin, en az Selâtin camilerinin ana gövdeleriyle, aynı gökyüzüne doğru şahlanan minareleri kadar uyumlu olduğunu; her ikisinin de, dünyayı farklı biçimlerde süslediklerini düşünüyorum.
 
Osmanlı hayranlığı, Cansever’i zaman zaman tam bir tutucu konumuna getiriyor ve onu, şaşırtıcı abartmalara sürüklüyor.
 
Osmanlı tekkeleri ve Osmanlı yapı kalfalarıyla ilgili olarak söylediği sözler, bu savımın bir kanıtı. Cansever’e şu soru soruluyor ve şu yanıt alınıyor:
 
“Osmanlı mahallelerinde tekkelerin fonksiyonları nasıldı? Bugün İslam şehri kurulacak olsa, bu ihtiyacı hangi müesseseler karşılayabilir?”
 
“Bir kere şunu söylemek lâzım ki, bu ihtiyacı yine tekkeler karşılayabilir. Osmanlı mahallelerinde [...] tekkeler düşünce ve bilgi geliştirme merkezleri olarak yaşıyor. Bu merkezin eğitimine tâbi olanlar, son derece hızlı ve kat kat yüksek düzeyde idrak kabiliyetine sahip insanlar oluyorlar [...] Her biri, düşünce melekeleri en üst düzeye çıkmış kişiler oluyor. Orada yetişen insanların her biri, yeni ufuklar inşa edebilecek bir kıvamda oluyor.” (15)
 
Turgut Cansever’in şu satırları ise, 1994 tarihli Türkiye Yazarlar Birliği Yıllığı’nda yer alıyor:
 
Modernleşmek, Batılaşmak (“Batılılaşmak” denilmelidir) gibi ideolojik tercihlerle hilâfetin feshi, tekkelerin kapatılması gibi, Osmanlı kültürüne Tanzimat’tan daha düşmanca bir tavrın geliştiği 1924–30 döneminde [...] (16)
 
Bizim için daha da ilginç olan şu: Cansever, tekke eğitimini, tekke kültürünü daha da ileri götürerek, mimarlıkla da ilişkilendiriyor ve diyor ki:
 
(Tekkenin kazandırdığı) bu bilinç, yapı kalfasına da intikal ettiriliyor. Yapı kalfası da, insan-ı kâmil olarak yetiştiriliyor.(17)
 
Evet, eski yapı kalfaları, belki çok becerikliydiler, çok “ustaydılar”, on parmağında on marifet bulunan insandılar; ama “insan-ı kâmil”, yani olgun, eksiksiz, tam, yetkin bir insan olmak başka bir şeydir. O düzey, kolay kolay ulaşılabilen bir düzey değildir. Hatta, bu dünyada, hiç kimsenin gerçek bir insan-ı kâmil olamayacağı, o “mertebenin”, bir ütopyayı, bir ideali simgelediğini kabul etmek daha doğrudur.
 
Turgut Cansever’in, Osmanlı’ya karşı duyduğu büyük tutkunun etkisiyle içine düştüğü yanlışlıklardan biri de, Le Corbusier ile ilgili. Şöyle ki: Charles–Edouard Jeanneret’nin, formel bir akademik eğitim görerek değil, kendi kendini eğiterek Le Corbusier olduğunu ve bu süreç içinde, yaptığı gezilerin önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Charles–Edouard’ı en çok etkileyen kentlerin başında İstanbul’un geldiği ise, genç gezginin orada hayli uzun bir süre, iki aya yakın kalmasından ve not defterini dolduran İstanbul çizimlerinin bolluğundan belli. Cansever’e göre:
 
[...] Le Corbusier, 1924’lerde, Balkan şehirlerini ve İstanbul’u geziyor ve oradan, modern şehir tasavvuru çıkarıyor.(18)
 
[...] Le Corbusier, Kuzey Afrika ve Osmanlı şehirlerinde, mimarinin bir dizi aslî özelliği ile (XIX. asır ve Batı Avrupa şehirlerindeki koridor, sokak çözümüne tepkisini başlatan) Osmanlı şehirlerindeki evin ve sokağın birbirinden bağımsızlığını farketmiş ve bütün XX. asır yeni şehir oluşumlarını etkileyen yaklaşıma dönmüştür.(19)
 
[...] 20. asırda biçim dünyamızı değiştiren Fransız Le Corbusier, İstanbul’da çizdiği resimler ve getirdiği çözümlerle, 20. asır mimarisini ortaya çıkarıyor.(20)
 
Evet, genç Charles–Edouard Jeanneret, az önce de belirttiğim gibi, İstanbul’dan etkilenmiştir. Ancak, bu etkilenmenin, Cansever’in söylediği biçimde gerçekleştiğinden kuşkum var. 20. yüzyılın başlarındaki Osmanlı İstanbul’unun kentsel yapısıyla, Le Corbusier’nin şehircilik anlayışının simgesi olan “Voisin Planı” arasındaki ilişkiyi kavrayamıyorum. Daha doğrusu, bunların, birbirinin taban tabana karşıtı olduğunu düşünüyorum.
 
Biraz daha somuta ve ayrıntıya ineyim: Cansever’e göre Le Corbusier, “Osmanlı şehirlerindeki evin ve sokağın birbirinden bağımsızlığını farketmiş ve bütün XX. asır yeni şehir oluşumlarını etkileyen yaklaşıma dönmüştür.” Şimdi burada, evin ve sokağın birbirinden bağımsızlığından ne anladığımızı açıkça ortaya koymamız gerekiyor. Bence, Osmanlı evlerinin zemin katlarını ve bahçe duvarlarını dikkate aldığımızda, böyle bir bağımsızlıktan söz edilemez. Söz edilemez, çünkü sokağı bu duvarlar oluştururlar. Sokaktan geçenlerin, evlerin içlerini ve avlularını görememeleri ise, bağımsızlık savını destekleyen bir özellik olarak kabul edilebilir. Ayrıca, evlerin üst katlarının, sokağı tarif eden zemin katlardan farklı yönlere bakması da, bu doğrultuda ek bir kanıt. Le Corbusier’deki ev–sokak bağımsızlığı ise bambaşka. Le Corbusier’nin kentinde, İstanbul’da olduğu gibi, sokağı, evlerin ve avluların duvarları oluşturmuyor. Daha doğrusu, orada sokak yok. Öyleyse, Le Corbusier’nin, eğri büğrü sokaklar kenti İstanbul’dan çok farklı bir kent düşlediğini, orada gördüğünü taklit etmek şöyle dursun, onun tam tersini yaptığını söyleyebiliriz.
 
BATIYA, MODERNİZME KARŞI
 
Cansever, bir Batı karşıtı ve o kendine özgü genellemeciliğiyle, Batıyı, felsefesiyle, sanatıyla, toplum yapısıyla, hayli insafsız, hayli şaşırtıcı bir biçimde olumsuzluyor.
 
Felsefe konusunda, “modern ontolojinin büyük isimlerinden biri” olarak sunduğu Alfred North Whitehead’e dayanarak diyor ki:
 
[Whitehead], özellikle Rönesans sonrasından, fakat on sekiz–yirmi asırlık bir Avrupa felsefesinden bahsederken, ‘Bütün Batı Avrupa felsefesi, antikiteden beri bir sekeldir [yanlışlıktır]. Zira bütün bu on sekiz–yirmi asırlık felsefe, varlığın sürekli, dinamik bir süreç olduğunu hiç nazar-ı itibara almadan yola çıkmıştır. Dolayısıyla, bütün gelişmesi yanlışlarla doludur.(21)
 
Ben de diyorum ki, asıl yanlış, Whitehead’de ve onu destekleyen Cansever’de. Bu kişiler, “Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” diyen Herakleitos’u ya da en azından Komünist Cennet’in kurulmasına kadar, her şeyin diyalektik bir süreçle değiştiğini ileri süren Marx’ı anımsamış olsalardı, bu savlarından vazgeçerlerdi.
 
Cansever’in, bu fanatik Batı karşıtı duruşu, onu, Batının kimi ürünlerini yanlış gerekçelerle dışlamaya kadar götürüyor. Örneğin, sinemayla, romanla ilgili düşünceleri bu çerçeveye giriyor. Platon’un, “Devlet”inden şairleri kovması gibi, Cansever de bizim toplumumuzdan sinemayı, romanı dışlıyor; onlara karşı, deyim yerindeyse, bir huruç (ayaklanma, isyan) harekatı, bir tür “cihat” düzenlenmesini ve işin daha da ilginç olan yönü, bu harekata mimarların da katılmasını istiyor. Saldırının gerekçesi ise, bu sanatların, “seyredilen” sanatlar sınıfından olması, ahlâk dışı olması:
 
[...] Roman gizli telkin âletidir, dolayısıyla ahlâk dışıdır.(22)
 
Siz bugün sinemada, tiyatroda, romanda, sunulanın pasif seyircisi durumundasınız. O size kendi bakış açısını dikte ediyor. Bilinçlendirme aracı olmaktan ziyade, etkileme aracı [...] Bu sanat türleri, Hıristiyan Kilisesi’nin bütün Batı kültürlerine tahvil ettiği, ağlama, trajedi gibi şeyler sun’îdir.(23)
 
20. asır sanatlarına karşı savaşmak üzere, mimarların yetiştirilmesine ihtiyaç vardır, tiyatrocularla, romancılarla, sinemacılarla savaşmak üzere.(24)
 
Bu olumsuz bakıştan, Batı kültürünün doruk noktalarından biri sayılan, Batının Batı olmasında büyük katkısı bulunan ve bizim eksikliğini duyduğumuz Rönesans da payını alıyor. Şöyle diyor Cansever: “Rönesans’ın yanılgıları [...], bugünkü insanlığın felâketlerine yol açmış bulunuyor.”(25)
 
Böyle bir mimarın, Batının bir ürünü olduğu için, modernizme de karşı olması, beklenen bir şey. Gerçekten de, Cansever’in söyleminin böyle bir yönü var. O, bu konudaki düşüncesini, kendi mimarlık anlayışı ile bağlantılı olarak, şöyle dile getiriyor:
 
Bilinçli biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının, yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs.’nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi, fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek, sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip, gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri, üzerlerine ilâve alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum.(26)
 
Arkasından da şunları ekliyor:
 
Batıda modernizm, sözünü ettiğim meselelerin önemli bir grubunu gündeme getirdi ve denedi ama, asılları, kopyalarıyla beraber çöktü.(27)
 
Görüldüğü gibi Cansever, modernizmin başarısız olduğunu, “çöktüğünü” ileri sürüyor. Oysa, birçokları gibi ben de, modernizmin, 1960’lardan sonra ufak tefek yaralar almış olsa bile, çöktüğüne inanmıyorum. Ama burada asıl ilginç olan nokta şu: Cansever, modernizmi kendi mimarlık anlayışıyla kıyaslayarak, o ölçüte vurarak yargılıyor, değerlendiriyor. Oysa, Cansever’in yukarıda biraz çetrefil bir dille ortaya koyduğu kimi kavramlar, değerler, örneğin “fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi” ya da “tezyinîlik”, modernizmin felsefesinde ya düpedüz yok, ya çok önemli değil, ya da bambaşka bir anlamda var. Dolayısıyla, geçersiz bir karşılaştırma sözkonusu.
 
Buna karşılık, modern mimarinin tamamını değil, ancak bir bölümünü, bir kolunu temsil eden uluslararası stile yönelttiği şu eleştirilerin çok yaygın olduğunu, birçok kişi tarafından paylaşıldığını biliyoruz:
 
Isıtma imkânı, sıcaktan evleri koruma imkânı kalmadı. Chicago ya da New York’un sıcağında bir bina yapıldıysa, ertesi sene Stockholm’de taklit edildi, daha ertesi sene Hindistan’da, Tokyo’da, İstanbul’da taklit edildi.(28)
 
Cansever, Türkiye’deki modernizm için ise şöyle düşünüyor:
 
Bizim için Modernizm nedir? Bizim için bir maymunluktur, nemiz var nemiz yok, kendimize ait olanların hepsini bir kenara koyup, onlar içinden ne çıkarılacağına dahi bakmadan, varımızı yoğumuzu tahrip ediyoruz [...] Her şeyimizi tahrip edip, kendimizi maymun düzeyine yerleştirmek, bizim için modernizmdir.(29)
 
Ama öte yandan, Cansever’in, “Mies van der Rohe’nin ciddiyetinden”(30); Louis Kahn’ın “duyarlılığından ve sistematiğinden”(31) de sözettiğini, “Louis Sullivan’ın Chicago mektebinin oluşması esnasında etkisi büyük. Samimi, temiz bir dünyanın yüksek çabasını veren bir insan. Frank Lloyd Wright keza” (32) dediğini; ayrıca, böyle bir söyleme sahip olmasına karşın, yapıları dikkate alındığında, onun, bir cam ev yapmamakla birlikte, katı bir anti-modernist olduğunun ileri sürülemeyeceğini de belirtmek istiyorum.
 
Turgut Cansever gibi bir mimarın, postmodernizmi savunabileceğini düşünmek zor. Gerçekten de, bu akımın temsilcilerinden biri olan Venturi’nin tasarladığı Bağdat Konut ve Ticaret Bloku’na, Herhangi bir temel değerlendirme ve bilince sahip olmadan, tarihten seçilmiş unsurlardan oluşan cephesi, mimarî tarihinde, bilinen en kötü eklentisizm örneğidir”(33) diyerek yönelttiği eleştiri, böyle düşünenlerin haklı olduklarını gösteriyor. Kendi adıma, ben, Cansever’in şu sözlerini de yanlış bulmuyorum:
 
(Postmodernistlerde), tarih bilinci [...] amaca ulaşmak için varolması gereken ciddi bir temel gibi değil, tamamen birbirinden kopuk bir malzemeler yığını addedildiği için, (bu kişiler), malzemeyi yağma ediyorlar. Bu malzemeyi bütünlükten ve amaçtan kopuk, yığınlar halinde kullandıklarından, bundan tarih bilinci, tarihin kendisi zarar görüyor. Bunun tutarlı sürekliliği ortadan kalkıyor, bir kültürel kargaşa ve kirlenme ortamına dönüşüyor.(34)
 
Ama öte yandan, Cansever’in, bir başka söyleşisinde, “Doğrusu, postmodernistler içinde adamakıllı doğru lâflar eden insanlar da var”(35) dediğini de belirteyim. Ancak ne yazık ki, bunu söyleyip geçiyor, açınımını yapmıyor.
 
ÇELİŞKİLER, KANITSIZ SAVLAR
 
Cansever’in söyleminde, çelişkilere de bolca rastlanıyor. Aşağıda, bunlardan birkaç tanesine değineceğim.
 
Bireyselliğin, yani insanın, kendini “ben” olarak algılamasının, Tanrı da dahil olmak üzere, kendisini, kendisi dışındaki her şey karşısında bağımsız, özgür hissetmesinin, Batı uygarlığının, 18. yüzyıldaki aydınlanma çağının bir ürünü olduğu, Doğuda böyle bir bilincin bugün bile pek oluşmadığı, çok iyi bilinen bir gerçektir.
 
Oysa Cansever, bir yandan, İslam’ın temel yasası gereğince, bireyin Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmesi gerektiğini belirtirken, bir yandan da, Muhyiddin-i Arabi’nin, Fusus-ı Hikem adlı yapıtında, Hz. Muhammed’in bireyselliği yücelttiğinin belirtildiğini söylüyor. Böyle bir şey olanaksızdır, çünkü Muhyiddin-i Arabi bir mutasavvıftır; tasavvufta ise, bireyin Allah’ın varlığı içinde erimesi gerektiğini ileri süren bir fenâ-fillah, bir vahdet-i vücud felsefesi egemendir. Cansever’in, bir yazısında “Allah’ın iradesine şartsız uymak, İslam’da ferdi (bireysel) davranışın temel vasfını oluşturur”(36) demesi, bireysellik kavramını, ne kadar farklı, daha doğrusu, ne kadar yanlış anladığını çok iyi ortaya koyuyor.
 
Bireysellik, özgürlük demektir, başkalarının bir zamanlar koydukları normları sorgulamak, “Onlara neden uymam gerekir ki?” sorusunu sormak, dolayısıyla da, yaratıcı olmak demektir. Birey olduğunun bilincine varmış insanın, adı üstünde, “bireysel” düşünceleri, “bireysel” istekleri, “bireysel” değer yargıları vardır.
 
Bu kavrama böyle baktığımızda, Cansever’in, savunur gibi göründüğü bireyselliğe, en azından sanat ve mimarlık bağlamında hiç inanmadığını, şu sözlerinden anlıyoruz:
 
[...] Korkunç bir yanlış,‘yaratıcı sanatkâr’,‘yaratıcı insan’ terimleri gündeme geldi.”(37)
 
Osmanlı’da, mal sahibi kalkıp, “Burada üç katlı ev istiyorum” demiyordu, “geniş pencere isterim” de demiyordu. Osmanlı şehrinde, evlerin pencere tipi belliydi, toplumca kabul edilmiş standartları vardı [...] Mimari ifade vs., bütünüyle toplumsal tercihlerin yansıması olarak, kalfa tarafından gerçekleştiriliyordu.”(38)
 
Bireysellik, hiç kuşkusuz, aklına geleni istemek, aklına geleni yapmak değildir; ama Osmanlı’da olduğu gibi, kişinin, sanatçının, mimarın, mal sahibinin, “toplumsal tercihlerin” dışında hiçbir farklı yaklaşımı aklına getirmemesi de, bireysellikten çok uzak bir davranıştır.
 
Cansever’in söyleminde, “değişim” kavramının da, hayli bulanık bir görünümü, hayli çelişkili bir konumu var.
 
Gerçekten de, Cansever’in kimi sözlerine kulak verdiğimizde, onun, kalıcılığa, yani değişmezliğe karşı olduğu izlenimini elde ediyoruz. Piramitleri yaptıran “Firavun kültürü”ne karşı çıkması (39); Rönesans ütopistlerinin, “şehir tasavvurları”nın “değişmeyen unsurlardan” oluşan kent planları çizmelerini eleştirmesi (40), bunun bir göstergesi. Kimi zaman da, Cansever, bu konuda o kadar ileri gidiyor, o kadar köktenci oluyor ki, “Bir neslin, şehri inşa ederken, müteakip neslin hayatını tamamen donduracak şekilde kalıcı yapılar yapması, bir neslin, diğer bir neslin hayatına tahakküm etmesi anlamına gelir” (41) diyerek, 20. yüzyılın başlarında, sürekli devinimi savunan ve nice çılgınlıklar yapmış olan İtalyan fütüristlerinin paraleline girebiliyor.
 
Ne var ki, Turgut Cansever’in nice madalyonu gibi, bu madalyonu da, öteki yüzünden başka bir görünüm sergiliyor. Madalyonun öteki yüzünde, değişmeye karşı olan Turgut Cansever var:
 
(Osmanlı’da) ailelerin nasıl yaşayacağı, bir evin nasıl organize olması lâzım geldiği, ailenin büyüklüğüne göre, âdetâ birkaç plan tipolojisine indirgenmiş vaziyetteydi. (42)
 
Osmanlı şehrinde evlerin pencere tipi belliydi [...] (43)
 
Standartlar ruhu, edebiyatımızda, şiirimizde, musikimizde, mimarimizde, âdâbımızda, zevkimizde vardı. Bunların kaybedilmesiyle her şey çöktü. (44)
 
Şimdi de bir başka çelişki örneği:
 
Cansever, Hıristiyanlık’ta, bu dünyanın önemli olmadığını, maddi olanın, dünyevî olanın yadsındığını belirtiyor. Bu sav, genelde yanlış değil. İncil’de, İsa Peygamber’in,
Cennet’e gitmek isteyen adamdan, her şeyini satmasını istediğini biliyoruz. Dolayısıyla, bu söylemde yeni bir şey yok. Ama Cansever, orada durmayıp, mimariye geçiyor ve gotik stilde, taşın çok fazla işlenişinin “taşın taş olma vasfını yok etmek iradesinin bir ifadesi” (45) olduğunu iddia ediyor ve bunu, söyleminde birden fazla kez vurguluyor. Örneğin, Dergâh dergisinde yayımlanan bir söyleşisinde şöyle diyor:
 
[...] Hristiyanlık’ta bütün dünya hayatı günah sayılınca, binayı taştan yapmak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Taş da maddenin en büyük sembolü. Bunu mimarinin içine yerleştirdiğinde, taşın taş gibi olmaktan çıkarılması için ne varsa hepsini yapmak aslî vazifesi. Taşın üzerine bir sürü profiller çiziliyor ve bunlarla siz artık taşı taş olarak görmenize imkân bırakmayan gölgeleri, ışıkları ve çizgileri görüyorsunuz. Bir bakıma, Katolik Kilisesi’nin iradesi, maddi varlığı (taşın maddi varlığını) yok etmeye yönelik oluyor. (46)
 
Böyle bir yaklaşımın İslami olmadığına inanan, İslam Mimarlığı’nda, taşın taş olarak bırakıldığını, öyle kullanıldığını, insanları öyle etkilediğini ileri süren Cansever, yaptığı Ertegün Evi’ni sunarken, kiliselerde eleştirdiği “maddi varlığı yok etme” yani malzemeyi, yapıyı “gayri maddileştirme” ilkesini, olumlu bir öğe olarak öne çıkararak, ilginç bir çelişkiye düşüyor. Kendisine, İslam bağlamlı Ağa Han Ödülü’nü de kazandırmış olan bu yapıyı, mimarı şöyle anlatıyor:
 
İç mekânın iki temel mimarî niteliği, yapının zemini ile, sağır kalın dış duvarların, bunları birbirine bağlayan betonarme tavanın ve düz, keskin iç satıhların gayri maddiliği; bahçe tarafındaki yeni yapıyı taşıyan kolonların beyaz badana altından farkedilen mıdızlanmış betonun iç yapısının âdeta yansıması olan kıpırtılı satıh üzerinden oluşan ışık ve gölgelerin gerçekleştirdiği ikinci tür bir gayri maddiliği; mermerin değişik yönlerdeki dokularının oluşturduğu üçüncü tür bir gayri maddilik zemini üzerinde yükselerek, bütün iç âlemi, maddeden arınmış, rüya gibi büyülü bir ortama dönüştürmektedir. Ve böylece, gayri maddileştirilmiş mimarî elemanlarla beraber [...] (47)
 
Son olarak, Cansever’in söyleminde, yanlışlığını kanıtlayamadığım, ama yakıştırma olduğunu sandığım birtakım savların bulunduğunu belirtmek istiyorum. İşte bunlara iki örnek:
 
Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin arkasındaki sadrazam konaklarında pencere ölçüleri 90 santim yerine, 75 santimetre olarak imal edilmişti, camii daha büyük göstermek gayesiyle. (48)
 
(Ayasofya’nın) İslami kullanışa intibak ettirilmesi sırasında ortaya konulan tavır, şaşırtıcı ve insanlık tarihi boyunca benzeri olmayan nitelikte olup, Ayasofya içine yerleştirilen vaaz kürsüleri ve diğer Osmanlı ilaveleri normal ölçülerden daha küçük boyda imal edilmiş olup, cami iç hacmini, olduğundan büyük ve yüce göstermektedir. (49)
 
Doğrusu ya, sağduyuyla düşündüğümde, kent ölçeğinde, bir penceredeki on beş santimetrelik farkın pek bir anlamı olabileceğine inanmıyorum. Ayasofya’nın iç mekânı ise, o kadar görkemli ki, hiç kimsenin, onu daha büyük göstermek için, zaten pek büyük olmayan vaaz kürsülerini küçültmeyi aklına getirdiğini hiç sanmıyorum.
 
 
NOTLAR
1. Cansever, T. 1994, Ev ve Şehir, İnsan Yayınları, İstanbul, s.93.
2. Cansever, 1994, s.293.
3. 2001, Turgut Cansever, Boyut Yayın Grubu, İstanbul, s.13.
4. 2001, s.13.
5. 2001, s.19.
6. Hoodbhoy, Pervez, 1997, İslam ve Bilim (Bağnazlığa Karşı Akılcılığın Savaşımı), Çev. Eser Birey, Cep Kitapları, İstanbul, s.206.
7. Cansever, T. 2002, Kubbeyi Yere Koymamak, İz Yayıncılık, İstanbul, s.64.
8. Cansever, 2002, s.377.
9. Cansever, 2002, s.357.
10. Cansever, 2002, s.136.
11. Cansever, 2002, ss.136-137.
12. Cansever, T. 1997, İslam’da Şehir ve Mimari, İz Yayıncılık, İstanbul, s.28.
13. Cansever, 1997, s.43.
14. Cansever, 2002, s.303.
15. Cansever, 2002, s.145.
16. Cansever, 1994, s.158.
17. Cansever, 2002, s.145.
18. Cansever, 2002, s.99.
19. Cansever, 1994, ss.115-116.
20. Cansever, 2002, s.138.
21. Cansever, 2002, s.30.
22. Cansever, 2002, s.38.
23. Cansever, 2002, s.83.
24. Cansever, 2002, s.38.
25. Cansever, 2002, s.30.
26. Cansever, 2002, s.39.
27. Cansever, 2002, s.39.
28. Cansever, 2002, s.22.
29. Cansever, 2002, s.377.
30. Cansever, 2002, s.39.
31. Cansever, 2002, ss.39-40.
32. Cansever, 2002, s.40.
33. Cansever, 1997, s.47.
34. Cansever, 2002, s.71.
35. Cansever, 2002, s.40.
36. Cansever, T. 1992, Şehir ve Mimari, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, s.59.
37. Cansever, 2002, s.106.
38. Cansever, 2002, s.52.
39. Cansever, 2002, s.98.
40. Cansever, 2002, s.77.
41. Cansever, 2002, s.98.
42. Cansever, 2002, s.44.
43. Cansever, 2002, s.52.
44. Cansever, 2002, s.74.
45. Cansever, 2002, s.167.
46. Cansever, 1992, s.222.
47. Cansever, 1992, s.177.
48. Cansever, 1994, s.83.
49. Cansever, 1994, s.128.

Bu icerik 8316 defa görüntülenmiştir.
Türk Tarih Kurumu Binası :Turgut Canseverin Ertur Yener ile birlikte yapıtğı bu bina onun en başarılı yapıtlarından biridir.
1960 yılında Beyazıt Meydanı .Turgut Cansever , bu meydanın düzeltilmesiyle ilgili olarak pek çok çalışma yapılmıştır.