315
OCAK-ŞUBAT 2004
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • 9+1

    anlama / anla(t)ma / anla(ş)ma
    Tansel Korkmaz

    Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi, Tasarım Kültürü ve Yönetimi Programı

    9+1 Yuvarlak-Masa Toplantıları Moderatörü

ÖĞRENCİ BULUŞMASI

KONGRE: 15. YAPI VE YAŞAM: UIA 2005'e DOĞRU "KENTLER VE MİMARLIK" ÜZERİNE

  • Boşluğun Mimarisi
    Emre Demirel

    Araş.Gör., Hacettepe Üniversitesi,

    İç Mimari ve Çevre Tasarımı Bölümü

  • Günümüzde Koruma / Restorasyon Çıkmazı
    S.Sarp Tunçoku

    Yrd.Doç.Dr., Mimar - Restorasyon Uzmanı,

    Sivas - Cumhuriyet Üniversitesi,

    İnşaat Mühendisliği Bölümü

    Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Üyesi



KÜNYE
MİMARLIK PRATİĞİ

Deniz Baytin ile Söyleşi:

MESLEK PRATİĞİ NASIL DÖNÜŞÜYOR? BEKLENTİLER, AÇILIMLAR

Cânâ Bilsel

Yrd.Doç.Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü, Dergi

Yayın Kurulu Üyesi

Hasan Kıvırcık
Y. Mimar, Dergi Yayın Kurulu Üyesi

MİMARLIK 313. sayıda, GATS anlaşmaları ve Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin ülkemizde mimarlık mesleğine etkilerini tartıştığımız “Uluslararası Süreçlerde Türkiye Mimarlığı” dosyasının devamında, bu sayıda Mimar Deniz Baytin ile yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz. Baytin, yabancı sermaye ile yatırım ortaklıkları yoluyla büyük ölçekli turizm projeleri gerçekleştiren ve Yapı Kredi Bankası’nın bir kuruluşu olan Enternasyonel Turizm Yatırım A.Ş.’de Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyor. Türkiye’de hem yabancı sermaye, hem de yabancı mimarlık ve danışmanlık hizmetleri ile çalışmakta olan bir kurumun yöneticisi olarak kendisi ile mimarlık mesleğinin küreselleşme süreçlerinden nasıl etkileneceği, mesleği uygulama biçimlerinin nasıl dönüşeceği yanında, “proje yönetimi” ve “proje koordinatörlüğü” gibi Türkiye’de yeni gelişen alanlar üzerine konuştuk. Türkiye’de mimarlığın geleceğine ilişkin iyimser bir bakış sunan Baytin, olası gelişmeleri yalnızca yabancı mimar ve büroların Türkiye’de pay sahibi olması ile açıklamayı yeterli görmüyor; gelişmelere bir de Türkiye mimarları ve mimarlık bürolarının elde edebileceği fırsatlar ve ülkemiz mimarlığının gelişimi açısından bakmayı öneriyor.

Hasan Kıvırcık: Avrupa Birliği ülkemizde şu anda çok konuşulan bir konu. Birliğe giriş, sürece bağlandı, bağlanmak isteniyor. Avrupa Birliği’ne giriş, mimarlık ortamına yine bir hazırlık dönemi ve buna ait bazı açılımlar sunuyor mu? Sizce Avrupa Birliği sürecinin küreselleşmeyle ilişkisi var mı?

Deniz Baytin: Bugünkü moda deyimiyle “Avrupa Birliği’ne giriş yolu” globalleşmenin bir parçası. Doğal olarak mimarlığa etkisi var; olumlu bir etkisi olacak kanısındayım. Bu sadece Türk işçilerin “Böylece Avrupa’ya gideceğiz, serbest dolaşacağız” meselesi değil; bununla birlikte, tabii ki Türk mimarları yurtdışında iş bulma imkânı da bulacak. Ama daha önemlisi, Türkiye içindeki mesleki standardın yükselmesi devam ederek, gelire etki edecek gibi geliyor bana.

Küreselleşme diğer alanlarda olduğu gibi mesleğimizi de etkiliyor, etkileyecek. Ürünlerin ve çalışma koşullarının ötesinde, mimarların da standartlarını yükseltecek. Sadece mimarın sırtına binen bir yük olarak değil, mimarın işverenle ilişkisinde onu kollayan, değerini daha iyi belirleyen noktalara getirecek.

HK: Türkiye’deki mimarlık hizmetlerinin, hem Avrupa’da, hem de dünya ülkelerinde rekabeti sağlayabilecek bir yapısı var mı? Sürekli üzerinde durulduğu gibi, mimarların hizmet verdiği alana sadece güçlü ülke mimarlarının gelmesi söz konusu olduğunda doğabilecek sorunlar nelerdir? Ya da daha farklı bir düzeyde, örneğin Çin gibi ülkelerin teknik insanlarının serbest dolaşıma geçmesi, bizim ülkemizdeki mimarlık ortamını etkiler mi? Size göre işsizlik anlamında bir tehlike var mı?

DB: “Tehlike” demek gerekirse buna, karşılıklı bir tehlikedir. Bu açılımın tehlike olduğu kanısında değilim. Otomotiv sanayini alalım; Türkiye’de otomotiv üretilmeye başladığında, o sanayi bir miktar korundu, kollandı ve bugün bir sürü yabancı firma üretim yapıyor. Türk firmalarının, hatta “marka” olarak Murat gibi, piyasayı tatmin edecek nitelikte, hatta ihracat edildiğini duyduğumuz ürünleri var. Bu elektronik için de öyle. Bence mesleğimiz için de bu böyle. Türkiye’de mimarlık mesleğinin güçlü bir geçmişi var. Gerek Avrupa’da, gerek Amerika’da çalışan birçok iyi mimarımız var.

Tabii ki, “kapılar açılınca” dışarıdan da bize gelecekler, ama zaten geliyorlar, yeni bir şey değil bu. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde de olmuş, Cumhuriyetten önce, Osmanlı’nın son dönemlerinde de olmuş. Kötü de olmamış. O ürünleri şimdi hayranlıkla izliyor, onlardan bir şeyler öğreniyoruz.

Tabii ki, “kapılar açılınca” dışarıdan da bize gelecekler, ama zaten geliyorlar, yeni bir şey değil. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde de olmuş, Cumhuriyetten önce, Osmanlı’nın son dönemlerinde de olmuş. Kötü de olmamış. O ürünleri şimdi hayranlıkla izliyor, onlardan bir şeyler öğreniyoruz. Keşke Türkiye’ye ünlü, iyi ürün vermiş, söylemi doğru olan mimarlar gelip ürün verebilse. Bu konular, tabii zaman zaman meslektaşlar arasında konuşuluyor. Benim dikkatimi çeken, Türkiye’de dünyaca ünlü bir mimarın ürünü hemen hemen yok gibi. Çok mu lazım? Hayır, çok lazım değil, ama lazım; çünkü mesleğimiz örnek görerek gelişen bir meslek.

Türkiye’de bir Hilton yapılmış; birdenbire Türkiye’deki mimari konsepti, şunları, bunları değiştirmiş, bir yerlere götürmüş. Yozlaşmış da, o başka; ama iyi ders alanlar, iyi ürünler de vermişler. Keşke bu açıklık daha iyi olabilse, keşke yurtdışından bize Japon mimar da gelse, Amerikalı da gelse. Tabii, karşılığı bizim mimarlarımız da o ülkelerde daha rahat çalışma imkânları bulabilseler, çünkü ben inanıyorum ki, mimarlarımızın çok iyi ürünleri var.

HK: Peki, Türkiye’deki mimarın teknik becerisi, bilgi ve donanımı size göre büyük ölçekli projeleri yürütebilecek kapasitede midir? Genel ortalamaya bakıldığında, Türkiye’deki donanımlı mimarların ya da mimari grupların büyük projeler üzerinde etkileri ne olabilir? Yabancı mimarların yaratacağı monopolleşmeyle, bir rekabet ortamına Türk mimarları girebilir mi?

DB: Türkiye’de yabancı büroların acenteleri de, benim bildiğim kadarıyla, zaten 10 yıla yakın süredir var. Çok büyük varlık da göstermediler. Dolayısıyla, meslektaşlarımızı ezecek bir rekabet olacağını sanmıyorum. Her horoz kendi çöplüğünde öter;Türkiye’deki en büyük ve en iyi işleri Türk mimarlar yapar düşüncesindeyim. Türk mimarlar çok büyük projeleri kotarabilir mi? Bu büyükten kastımız ne? Onu düşünelim. Metrekare bazında hava meydanını, çok sofistike binaları, bence Türk mimarlar kotarabilir. Artık mimarı sadece tasarımcı olarak görmemeliyiz. Mimarı, proje yöneticisi, yani “project manager” olarak görmeliyiz. Yoksa, projesini tabii ki mimar yapar, ama öyle bir projenin yürütücülüğünü Türk mimarları yapabilir mi, orada benim de kuşkum var; çünkü bu gerçekten ayrı bir disiplin, ayrı bir eğitim, ayrı bir görgü, tecrübe. Bugün proje yönetimi yapan güçlü şirketlere baktığımız zaman, hepsi birkaç nesillik şirketler. Dolayısıyla, bunların örgütlenmesiyle bir süre sonra bizde de olgunlaşır düşüncesindeyim.

CÂNÂ BİLSEL: Büyük projelerin yapımı için, büyük ölçüde yabancı sermayeyle birlikte, yabancı mimari hizmetler de gelecek ve gelmekte zaten. Fakat Türk mimarlarının bu piyasa içine girebilmesi için aslında örgütlenme biçimlerinde bir dönüşüm olması gerekir herhalde. Yani, bugünkü küçük büro düzeniyle olamayacak bir şey diye düşünüyorum. Ama bunun da ötesinde sermaye ile ilgili; çünkü diğer tarafta karşımızda çok uluslu büyük sermaye şirketleri var. Bu durumda orada nasıl bir dönüşüm olacak? Bununla rekabet edebilecek mi?

Amerika’da her şey büyük, porsiyon da büyük, dolayısıyla büro da büyük. Avrupa’da öyle değil. Avrupa, geleneği, nüfusu, kapitali itibariyle daha ayağını yorganına göre uzatan bir kültür. Türkiye de Avrupa kültürüne daha yakın. Her ne kadar bir süredir çok fazla Amerikanize olmaya zorlanıyorsak da, biz yine de açıkçası daha çok Avrupalıyız. Geleneğimizle, o coğrafyanın ucuna eklentimizle, kapital gücümüzle, biz o ölçeğiz. Dolayısıyla, bürolarımızı da o ölçekte kalacak gibi görüyorum. Ama büronun küçük olması, yapılacak işin kalitesiyle, büyük veya küçüklü kaliteyle orantılı değil.

DB: Haklısınız, meslektaşlar arasında konuşulan konu bu tabii. Burada iki model var: Biri Amerika modeli, diğeri Avrupa modeli. Çok basite indirdim, ama sonunda budur. Tabii, Amerika’da her şey büyük, porsiyon da büyük, dolayısıyla büro da büyük. Avrupa’da öyle değil; Avrupa, geleneği, nüfusu, kapitali itibariyle daha ayağını yorganına göre uzatan bir kültür. Türkiye de Avrupa kültürüne daha yakın. Her ne kadar bir süredir çok fazla Amerikanize olmaya zorlanıyorsak da, biz yine de açıkçası daha çok Avrupalıyız. Coğrafi bütünlüğün bir parçasıyız. Geleneğimizle, o coğrafyanın ucuna eklentimizle, kapital gücümüzle, biz o ölçeğiz. Dolayısıyla, bürolarımızı da o ölçekte kalacak gibi görüyorum. Ama büronun küçük olması, yapılacak işin kalitesiyle, büyük veya küçüklü kaliteyle orantılı değil. Avrupa’da da gördüğüm, yaşadığım, duyduğumuz, okuduğumuz, öyle çok büyük olmayan büroların çok kaliteli, mimariye yön veren işler yaptığı. Aynı şey Amerika için de geçerli.

Türkiye’de Amerikalı büro da olsa, Avrupalı büro da olsa, yerli bürolar da olsa, çok büyüyeceklerini ve çok şubeli olacaklarını zannetmiyorum. En fazla bir Ankara’da, bir İzmir’de veya bir İstanbul’da, belki yurtdışında bir yerde şubesi olan bürolar olabilir. Şu anda Türki devletlerde bir sürü Türk mimari büroları var. Eskiden Arabistan’da vardı, şimdi Türki devletlerde var. Avrupa’ya da sıçrayabilir bu. Büyük Amerikalı büroların, bizim bürolarımızı ve mimarlarımızı, çok ezip geçeceklerini de zannetmiyorum.

CB: Baştaki soruya bir daha dönmek istiyorum; Avrupa Birliği bir yanda, GATS anlaşmaları ve küreselleşme diğer yanda. Aslında ikisi çok farklı süreçler; çünkü Avrupa Birliği bu tür süreçlere son derece korumacı bir tavır alıyor. Kendi ekonomik düzenini, kendi mimarını, kendi meslek adamlarını son derece koruyan bir gelenekleri var. Türkiye ise, her ikisine birden kapılarını sonuna kadar açma eğiliminde. “Amerikan modeli” ve “Avrupa modeli” dediğinizde, Avrupa modelinde bu tür bir koruma Türkiye için de gerekli mi?

DB: Bir yere kadar gerekli. Gümrük kapılarını sıkı sıkı kapamak anlamında değil, ama tabii ki bir öncelik tanınacaksa Türk mimarlara tanınmalı, ama öbürlerine de kapı açılmalı görüşündeyim. Avrupa o kadar da fazla içine kapalı değil; Avrupa’da da ürün vermiş bir sürü Amerikalı, Kanadalı, Japon mimarın ürünleri var, ama tabii öncelik yine kendilerinde, Avrupalılardadır. Bizde de öncelik Türk mimarında olur. Bizde de yarışmalar açılıyor, yabancılara da açık, derece de alıyorlar. Biz de çok geri bir ülke değiliz; onlar bizden kilometrelerce ötede, biz onlara ulaşamayacak kadar gerilerde de değiliz; bilgimizle, kültürümüzle, birikimimizle kolay bir av değiliz.

HK: Buradan kalite ile ilgili bir noktaya geçelim isterseniz. Mimarlık hizmetlerinin ülkemizde verilmekte olan biçimleriyle, yapı üretim biçimleri, küresel ekonominin ya da Avrupa Birliği’nin önerdiği programlarla bir değişim yaşıyor. Mimarlık piyasasının bunu nasıl içselleştireceğini düşünüyorsunuz? Ülkemizde kalite hedeflenirken, buna ait yapı üretim sürecinin altyapısı gelişiyor mu sizce? Teknik anlamda savunması gereken kalitenin ekonomik bilançosu ne olacak ve sonuçta, ülke bir maliyet ödeyecek midir?

Avrupa’da mal satabilmek için belirli bir kalitede üretmemiz lazım. Aynı şekilde hizmet ürünü, mimarlık ürününde de bu olacak. Biz kendi iç piyasamızda belirli bir nitelikte bir ürünü birbirimize satabiliyoruz, ama bu niteliği, yurtdışına çıktığımız zaman açıkçası satamıyoruz.

DB: Tabii ödeyecek, her şeyin bir bedeli var. Ama ödeyeceğimiz bu bedelin karşısında, iyi bir ürün ve hizmet alacağımız kanısındayım. Avrupa’da mal satabilmek için belirli bir kalitede üretmemiz lazım. Aynı şekilde hizmet ürünü, mimarlık ürününde de bu olacak. Biz kendi iç piyasamızda belirli bir nitelikte bir ürünü birbirimize satabiliyoruz, ama bu niteliği, yurtdışına çıktığımız zaman açıkçası satamıyoruz. Dolayısıyla, bu herhalde bir adım daha öteye götürülecek; yani bugün nasıl tekstilimizi rahatça satabiliyorsak, mimarimizi de satacağız. Bu biraz eğitimden geçer, biraz uluslararası standartlara uyumdan geçer.

CB: Turizm yatırımları bağlamında proje koordinatörlüğü yapıyorsunuz. Bize biraz bunu anlatır mısınız? Nasıl bir işleyiş var? Çünkü, Türkiye’de bugün farklı bir işleyişin örneğini gösteriyor aslında.

DB: Doğru haklısınız, çok fazla bize benzer şirket yok. Bunu yapan özel turizm şirketleri var, ama biz tam öyle değiliz. Biz villa türü iş de yapıyoruz, başka projeler de yapıyoruz; yani Batıda “yatırım şirketi” denilen türün bir çeşit örneğiyiz. Biz varız, elimizde bir miktar para ve bir de arazi var. Parası olan bir kuruluşla, bir işletmeciyle el sıkışıyoruz ve bu işletmecinin beklentileri, kültürü, stili paralelinde bir ürün çıkartıyoruz. Nedir o? Bir proje yapıyoruz ve ondan sonra bu projeyi de gerçekleştiriyoruz. Burada hassas nokta, o işletmecinin beklentileridir. Bunların standartları gerek projeye, gerek ürüne yansımak durumundadır.

Örneğin, İstanbul’da Four Seasons Oteli var; dünyadaki zincir oteller içerisinde en üst düzeyde olan bir kuruluş. İstanbul Boğaziçi’nde yeni bir projeye de başladık. Bu örneği yeni bir örnek olduğu için söylüyorum. Tabii, gerek projenin Boğaz’da olması itibariyle, gerek işletmecinin Four Seasons olması itibariyle çok özel şeylerle karşılaşıyoruz. Tabii, bürokratik problemleri bir kenara bırakıyorum, standartlar açısından bu işletmecinin standartları gerçekten bizi zorluyor. Bir kere alıştığı, daha önce beraber çalıştığı yabancı firmalarla, özellikle de tasarım firmalarıyla çalışmak istiyorlar. Biz şöyle bir ara formül bulduk: Ana kavram projeyi, onların doğru bulduğu daha önce çalıştıkları firmayla yapıyoruz. Ondan sonra o avan projeyi alıp, o kavram projesini alıp, Türkiye’de benzer işler yapmış olan güvenilir, yabancılarla da daha önce çalışmış olan bir yerli firmayla, bir mimarlık bürosuyla devam ediyoruz. Ama konu sadece mimarlık değil tabii; bunun uzantısı ve bütünü olan, tabii statik, elektrik, mekanik, peyzaj, dekorasyon vesaire, bütün bu firmalarla çalışıyoruz. Bunların bazıları yabancı da olabiliyor.

İkinci örnek şu: Elektrik, mekanik, statik, vesaire gibi konularda Türk olmasını biz şart koştuk. Ama onlar da karşılığında bu elektrik, mekanik firmalarının, Türk mühendislerinin yaptıkları ürünün kendilerinin göstereceği bir yabancı firma tarafından kontrol edilmesini istediler. Bir Türk mühendisi, mimarı olarak, bir açıdan baktığım zaman beni rencide ediyor. Ama öbür şapkamı giyip, bu işletmeciyle birlikte çalışan firmanın bir elemanı olarak baktığım zaman da, bunu gerekli görüyorum. Çünkü, gerek elektrikte, gerek mekanikte o kadar yüksek standartları var ki, bizim mühendislerimiz buna alışık değiller. Ama ne olacak? O çalıştığım mühendislik firması bir tane böyle proje yapacak, bundan sonrasını artık göğsünü gere gere, rahat rahat yapacak. Bizim yaşadığımız en önemli tecrübe bu. Hem zor, hem yararlı; hep onların bu tür istekleriyle çıta biraz daha yükseliyor, daha iyiye gidiyor.

Ücret politikasına hiç değinmedik. Biz çeşitli firmalarla çalışırken, aradaki ücret uçurumlarını da görüyoruz. Ama çok ilginç, bazen bir Amerikan firmasıyla, bir Türk firmasının ücretlerinin ne kadar yakın olduğunu da görüyoruz. Bu da çok ilginç.

Biz çeşitli firmalarla çalışırken, aradaki ücret uçurumlarını da görüyoruz. Ama çok ilginç, bazen bir Amerikan firmasıyla, bir Türk firmasının ücretlerinin ne kadar yakın olduğunu da görüyoruz. Bu da çok ilginç.

CB: Bunun nedenleri nedir?

DB: Mesela, Türk firmayı zaman konusunda sıkıştırıyorsunuz, birdenbire fiyatı yükseliyor tabii veya ondan alışmadığı standartlarda bir şeyler istiyorsunuz, fiyatı yükseliyor. O zaman görüyorsunuz ki, her zaman bu böyledir.

CB: “Avan projeyi, bir kavram projesi olarak o işletmecinin alışık olduğu yabancı şirkete yaptırıyoruz, ondan sonra Türk mimarlık bürolarına da ayrıntılı uygulama projesi yaptırıyoruz” dediniz. Bu, proje sürecini parçalamak anlamına geliyor, yani avan projeyi yapan bir firma, uygulama projesini yapan bir başka firma; bu bir takım zorluklar getiriyor mu? İkinci soru da, neden avan projeyi yapan yabancı firma ile devam etmeyi düşünmüyorsunuz da, işi Türk firmaya devrediyorsunuz?

DB: Sondan başlayayım. İki nedenle: Biri, açıkçası biraz şovenlik, yani yabancı bir firmayla devam etmeye benim içim elvermiyor. Kötü oldukları için değil, Türk firmanın ondan daha iyi yapacağından da değil. Biz iç piyasayı da desteklemek zorundayız. Avan projeyi onlara yaptırma konusunda da, bir Türk mimarı olarak, neden o yapsın, biz yapamaz mıyız, diye düşünüyorum. Ama bu sefer öbür şapkayı giyiyorum, mal sahibi ve işletmeci bütünlüğü içinde bakıyorum; alıştığım, bildiğim, beni tanıyan, benim beklentilerimi daha iyi bilen, daha çabuk yapacak bir firmayla çalışmayı da yeğliyorum.

CB: Bunlar genellikle star mimarlar değil.

DB: Biz turizm konusunda çalıştığımız için, bu avan projeleri hazırlayan firmalar star firmalar, ama turizm konusunda star firmalar. Adını vermemde sakınca yok, bu son örneğe devam edeyim: Four Seasons Oteli’ni yaparken WATG adlı bir Amerikan firması idi. Hakikaten konusunda bir numara, dünyanın 5-6 ülkesinde büroları var, binlerce çalışanı var, milyon metrekare iş yapmışlar, hakikaten bu işin uzmanları. Onlarla çalıştığınız zaman, bu adamlar bu işi biliyor, diyorsunuz.

Bizi ilerde bekleyen temel şeylerden biri de uzmanlık. Gelip Türkiye’ye bakıyoruz, bizde her büro her işi yapıyor. Türkiye’de yavaş yavaş bu da kalkmaya başladı; firmalar uzmanlaşmaya başladı. Aslında uzmanlaşma da bir standart, bu da beraberinde gelecektir.

Buradan bir konuya daha atlamak istiyorum: Bizi ilerde bekleyen temel şeylerden biri de uzmanlık. Mesela bahsettiğim bu firma, turizm projelerinden başka bir iş yapmıyor. Milyonlarca metrekare iş yapıyor, yüzlerce otel yapmış, ama hep otel yapmış. Gelip Türkiye’ye bakıyoruz, bizde her büro her işi yapıyor. Ben de bir dönem özel büro olarak çalıştım. Bir yabancıyla konuştuğumda, “Siz ne iş yaparsınız?” diye sorduklarında, “Biz her şeyi yaparız, dekorasyon da, otel de, fabrika da yaparız” diyorum, ama adamlar inanmıyorlar. Küçücük bürolarız, 5-10 kişiyiz. Türkiye’de yavaş yavaş bu da kalkmaya başladı; firmalar uzmanlaşmaya başladı. Aslında uzmanlaşma da bir standart; bu da beraberinde gelecektir.

CB: Bir de, danışmanlık hizmetleri konusuna değinelim mi? Anladığım kadarıyla, sizin proje yönetme biçiminizde, mimarlık bürosu kendi başına bütün her şeyi koordine eden büro değil, o tasarımcı. Ama siz şirket olarak ve şirketin proje koordinatörü olarak, bütün bu danışmanlık hizmetlerini koordine ediyorsunuz ve bu danışmanlık hizmetlerinin bir kısmı da mimarlık hizmetinden daha pahalı da olabiliyor; çünkü bu uluslararası bir danışmanlık hizmeti.

Danışmanlık, bugünkü piyasada mimarların uyguladığı bir şey, ama proje yönetimi konusu ayrı bir konu. Bunu mimar da yapabilir, ama dünya pratiği gösteriyor ki, bu ayrı bir disiplin, ayrı bir konu. Bu insan bir mimar da olabilir, ama bu ayrı bir iş. Mimarın hem tasarımı yapıp, hem diğer işleri götürmesi pek olası değil. Kendim de bir miktar bu işlerin içinde olmaya çalışan bir insan olarak görüyorum ki, objektif de olmuyor. Siz mimar şapkasını giydiğiniz zaman, proje yöneticiliği olmuyor, otomatikman taraf oluyorsunuz. Halbuki, proje yöneticisinin taraf olmaması lazım.

DB: İşletmecinin çeşitli kaprisli taleplerinden biri de, uzmanlık. Bunun yanısıra, bir de danışmanlık talep ediyorlar. Nede danışmalık talep ediyorlar? Akustikte, aydınlatmada danışmanlık talep ediyor. İş zorlaştıkça ve rafineleştikçe, danışmanlık giderek daha alt detaylara iniyor; bu kaçınılmaz bir şey. Ama biz danışmanlığı, daha çok proje yöneticisi anlamında almak istiyoruz. Danışmanlık, bugünkü piyasada mimarların uyguladığı bir şey, ama proje yönetimi konusu ayrı bir konu. Bunu mimar da yapabilir, ama dünya pratiği gösteriyor ki, bu ayrı bir disiplin, ayrı bir konu. Bu insan bir mimar da olabilir, ama bu ayrı bir iş. Mimar kökenli olanlar -ben orada biraz meslek şoveniyim- bu işi daha iyi yapıyorlar, ama mimar olması şart değil ve bu bence projeyi yapan mimarın işi de değil.

CB: Proje yöneticiliğini biraz tanımlayabilir misiniz?

DB: Hani klasik deyimiyle, mimar orkestra şefidir. Bir orkestra var, mimar da bunları yönetir. Galiba bu orkestra şefliği rolü, proje yöneticisine geçti. Mimar da orada çalan enstrümanlardan biri, ama hani esas oğlan, mesela piyano. Doğrusu da bu, çünkü proje yöneticisi o kadar geniş bir alanla ilgileniyor ki, belediyeyle, bakanlıkla, mal sahibiyle, mimarlarla, her şeyle ilgileniyor. Mimarın hem tasarımı yapıp, hem diğer işleri götürmesi pek olası değil. Kendim de bir miktar bu işlerin içinde olmaya çalışan bir insan olarak görüyorum ki, objektif de olmuyor. Siz mimar şapkasını giydiğiniz zaman, proje yöneticiliği olmuyor, otomatikman taraf oluyorsunuz. Halbuki, proje yöneticisinin taraf olmaması lazım.

HK: Hizmet yatırımı yapan bir noktadan konuşuyorsunuz. Bu soruyu küreselleşme ve Avrupa Birliği süreciyle bağlantılı olarak soruyoruz: Hizmet sermayesinin danışmanlıktan, uygulama kontrollüğünden ya da mimarlık bürosundan beklentileri ne yönde değişti ve değişecek?

DB: Ana beklenti aslında değişmiyor tabii. Şirketin ana beklentisi nedir? Kâr etmektir; yatırdığını en verimli şekilde geri almaktır; az yatırıp çok almaktır vesaire; bu özünde değişmiyor. Ancak, talebin ve mal sahiplerinin bir anlamda görgülerinin değişmesiyle ürünün de niteliği değişiyor. Turizm açısından konuşayım; eskiden Türkiye’de açılan oteller belirli bir standarttaymış, ama ne zaman ki yabancı insanlar buraya daha çok gelmeye başlamış, bazı şeyleri talep etmeye başlamışlar. Dünya giderek küçüldü, dolayısıyla hani diyorlar ya kocaman bir kasaba. Etkilenmemek mümkün değil.

HK: Peki, uygarlık tarihimiz ve kültür varlıklarımız açısından bu gidişi nasıl değerlendiriyorsunuz?

DB: İki türlü cevap vermek lazım: Bakir alanlara yapılan binaların tuhaflığının yanısıra, tarihi ve doğal çevremizin zedelenmesi ve hırpalanmasına neden oluyor. Şöyle de düşünebiliriz: Türkiye bu yıllarda ciddi bir kabuk değişimi içinde. Konuştuğumuz bu şeyler bir görgü işi. Mal sahiplerinin görgüleri de değişiyor. İyi anlamda da değişiyor. Bazen mal sahiplerinin öyle talepleri oluyor ki, hakikaten mimara da iyi bir yol gösterebiliyor; çünkü o insanlar, gelirleri itibariyle çok gezip gören insanlar, iyi de eğitim almışlar. Artık bugünkü zenginler ikinci kuşak, üçüncü kuşak insanlar. Birinci kuşak insanlar para yapmaya çalışmışlar, dünyayı görememişler. İkinci kuşak insan onu sağlamlaştırmaya çalışmış, biraz sağına, soluna bakınmış, ama o zenginliği yemekle vaktini geçirmiş. Üçüncü kuşak artık biraz gerçek anlamda burjuva olmuş. Mal sahipleri, mimarlardan artık güzel şeyler talep etmeye başlıyorlar. Kötü örnekler tabii hepimizin gözüne batıyor. Ama insan arada iyi örnekler de görebiliyor, yavaş yavaş onların arttığını da görüyorum; o umut veriyor.

CB: Bütün bunlar, sonuç olarak bir küresel ekonomiye eklemlenme, zenginleşme; zenginleşmeyle birlikte bir kültürel gelişme... Ancak onun soncunda da iyi mimari örnekler ortaya çıkıyor.

DB: Tabii, mimarın da kendi kendini eğitmesi, geliştirmesi, ama paranın da kendi kendini eğitmesi, geliştirmesi; bunlar bir araya geldiği zaman da iyi ürün çıkmaması için bir neden yok.

HK: Teşekkür ediyoruz.

9 Eylül 2003

Bu icerik 4551 defa görüntülenmiştir.