MİMARLIK GÜNDEM
Mimarlar Odası’nın Perspektifinden Türkiye’nin Deprem Gerçeği
Zeynep Eres, TMMOB Mimarlar Odası Genel Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı
Türkiye’de deprem doğal afet olarak görülüp “kader” olarak değerlendirdiği için yıkımlar, ölümler de “doğal” sayılabiliyor. Depremin olağan bir doğa olayı olduğu, belli aralıklarla belli büyüklüklerde yaşanmasının zaten beklenmesi gerektiği, dolayısıyla yapıların depreme karşı dayanımlı tasarlanması zorunluluğu, yapılı çevrenin ve kentin bütününün de deprem beklentisine göre kurgulanması gereği yeterince içselleştirilmiyor.
Depremin yarattığı yıkıcı hasarın sorgulanmadan kabullenilmesi nedeniyle ülkenin farklı bölgelerinde sıklıkla depremler yaşanmasına karşın her seferinde bilim insanları aynı konuları tekrar tekrar anlatsa da ilk kez dinler gibi dinliyoruz. Bir depremin hemen sonrasında yapıların kalitesizliği, betonda çimento oranının azlığı, hatalı taşıyıcı sistem tasarımları, kolon kesme gibi kullanıcı müdahaleleri gündeme geliyor. Ama sonrasında bu duyarlılık, uygulamada kendine yine yer bulamıyor.
Her ne kadar yeni yapı yönetmelikleri ve denetim sistemleri ile bir farkındalık geliştirilmiş gibi görünüm oluşturulsa da yaşadığımız son deprem, yine eski deprem deneyiminden yararlanılmadığını, 1999’da yaşanan bütün akut sorunların yani rantı önceleyen, bilimi reddeden yaklaşımın sürdüğünü ortaya koydu.
6 Şubat 2023 depremlerinin yaraları henüz sarılmamışken, 17 Ağustos 1999 depreminin 25. yılında Marmara Bölgesi’ni etkileyecek yeni bir depremin tedirginliği de gündemimizi oluşturuyor. Aslında 1992’de Erzincan’da, 1998’de Adana’da, 1999’da Marmara Bölgesi’nde yaşanan, 2011’de Van’da, 2020’de İzmir’de ve Elazığ’da yaşanan depremlerin yakın dönem toplumsal belleğimizde yer etmiş olması gerekirdi. Ancak Türkiye’de deprem doğal afet olarak görülüp “kader” olarak değerlendirdiği için yıkımlar, ölümler de “doğal” sayılabiliyor. Depremin olağan bir doğa olayı olduğu, belli aralıklarla belli büyüklüklerde yaşanmasının zaten beklenmesi gerektiği, dolayısıyla yapıların depreme karşı dayanımlı tasarlanması zorunluluğu, yapılı çevrenin ve kentin bütününün de deprem beklentisine göre kurgulanması gereği yeterince içselleştirilmiyor.
Depremin yarattığı yıkıcı hasarın sorgulanmadan kabullenilmesi nedeniyle ülkenin farklı bölgelerinde sıklıkla depremler yaşanmasına karşın her seferinde bilim insanları aynı konuları tekrar tekrar anlatsa da ilk kez dinler gibi dinliyoruz. Bir depremin hemen sonrasında yapıların kalitesizliği, betonda çimento oranının azlığı, hatalı taşıyıcı sistem tasarımları, kolon kesme gibi kullanıcı müdahaleleri gündeme geliyor. Ama sonrasında bu duyarlılık, uygulamada kendine yine yer bulamıyor. 1999 depremi sonrasında özellikle Yalova’da yaşanan yıkım ve ölümlerden sonra, düz ovaların imara açılması, çok katlı yapılaşma, beton kalitesinin inanılmaz kötü düzeyi epey konuşulmuş, duvar içlerine gömülen çimento torbalarının kağıtları televizyonlarda gösterilmişti. Medya mimar mühendisten çok müteahhitlerin peşinde koşmuş, cezalandırılmaları için yoğun kampanyalar yapılmıştı. Ancak sonrasında yaşanan her bir depremde aynı süreçleri tekrar tekrar izlemek, soruna farklı yerden bakmayı da gerektiriyor.
6 Şubat 2023 depremlerinin üzerinden bir buçuk yıl geçti. Yaşanan deprem silsilesi çok geniş bir coğrafyayı yerle yeksan etti. M.S. 6. yüzyılda Ege’den Levant’a ulaşan çok geniş bir coğrafyada yaşanan depremler sonucu yıkılan ve bir daha eski görkemine dönemeyen Roma kentlerinin akıbetini anımsatır bir felaketi yaşadık. Efes’in, Antakya’nın, Beyrut’un ve o dönemde bu şiddetli depremlerle yıkılmış diğer pek çok kentin tarihine bakıldığında bu depremlerin ağır izlerinin çok uzun yüzyıllar boyunca sürdüğü, değişen dünya düzeninde bu kentlerin eski ihtişamlı günlerine pek de kolay dönemediği anlaşılmaktadır. 6 Şubat Kahramanmaraş depremleri 11 ili etkileyen büyük bir yıkım oluşturdu. Ardından 20 Şubat Samandağ depremi ise Hatay ilini ve özellikle de Antakya kentini neredeyse tümüyle yok etti. Antakya’nın ardından Kahramanmaraş’ın yanı sıra Malatya ve Adıyaman en büyük hasarı gören kent merkezleri olarak dikkati çekiyor. Yalnız kent merkezleri değil bölgedeki ilçe merkezleri, beldeler, köyler tüm yerleşimler ağır hasar gördü. Böylesi büyük bir yıkım sonrasında bir yandan yıkımın sorgulanması, bir yandan da deprem sonrası kentlerin değişim sürecinin analitik bir yaklaşımla değerlendirilmesi gerekirdi. Yıkımın hem yapısal sorunlar hem de kentleşme pratikleri üzerinden sorgulanmasından edinilecek deneyim, kent planlamadan yapı kalitesine insanın yaşam alanının ve yaşama pratiğinin yeniden tasarlanmasında temel unsuru oluşturacaktı.
Esasen hataların ne olduğu; deprem bölgesinde kentleşmenin nasıl planlanması ve uygulanması gerektiği, yapıların deprem dayanımlı tasarımı ve yapımı gibi konular mimarlık, inşaat mühendisliği ve kent planlama disiplinleri açısından bilinmeyen konular değildir. Planlı kent kurma ve geliştirme kültürünün, sağlıklı güvenli yapılaşma yaklaşımının Avrupa coğrafyasında iki yüzyıla yakın bir geçmişi var. Özellikle deprem açısından konuyu ele aldığımızda Japonya’nın yapı deneyimi önemli bir izlek oluşturuyor. Bilimin, insanın ve toplumun öncelendiği modern akılcı yaklaşımla deprem coğrafyalarında güvenli kentleşmeyi sağlamak tabii ki mümkündür. Ülkemizde temel sorun, aslında 1934 Üniversite Reformu ve bu dönemde Almanya’dan gelen nitelikli öğretim üyelerinin çabasıyla temelleri atılan nitelikli üniversite eğitiminin ürünü olan iyi eğitimli uzman meslek insanlarının varlığına karşın, bu bilgi birikiminin planlamaya ve uygulamaya yansıtılamamasıdır. Kâğıt üzerinde uluslararası düzeyde nitelikli kent planları üretilse bile uygulama evraktakinden hayli uzaklaşmakta, bir yandan mevzi imar değişiklikleri ile yanlış uygulamalara yasal kılıflar oluşturulurken bir yandan da plansız yapılaşmaya göz yumulmaktadır. Devletin ekonomik darboğaz yaşadığı ya da seçim arifesi bir dönemde imar affı ile bu plansızlık da yasallaştırılmaktadır. Bu “sözde” plandan plansızlığa akan sarmal içinde devleti ya da yerel yönetimleri yürüten iradenin göz yumması kadar bu gidişata yol açan tercihleri ile yerel ve merkezi politikaların belirlenmesinde rol alan toplum da etkendir ya da bilimsel açıdan doğru olmayan plan ve projelerin hazırlanmasında, uygulama ve denetim sürecinde yer alan meslek insanları da sorumluluk sahibidir.
6 Şubat depremleri yarattığı yıkımla ve yaşanan çok büyük can kaybıyla aslında Türkiye’ye “kral çıplak” demiştir. Tüm yüzölçümü ama az ama çok deprem riski yaşayan ülkemizde bir “deprem gerçeği” vardır. 1999 Büyük Marmara Depremi ile bölge ölçeğinde bir felaketin sonuçlarının anlaşılmış olması ve bu 25 yılda ülkenin deprem gerçeğinin bilincinde olarak planlanması gerekirdi. Her ne kadar yeni yapı yönetmelikleri ve denetim sistemleri ile bir farkındalık geliştirilmiş gibi görünüm oluşturulsa da yaşadığımız son deprem, yine eski deprem deneyiminden yararlanılmadığını, 1999’da yaşanan bütün akut sorunların yani rantı önceleyen, bilimi reddeden yaklaşımın sürdüğünü ortaya koydu.
Yaşanan can kayıpları ve yıkımlar bu derece büyük bölge ölçeğinde olduğunda iki büyük sorunla daha karşılaşılıyor. Bunlardan biri doğrudan ülke ekonomisinin gördüğü büyük zarar ve dolayısıyla deprem bölgesine yeterince ekonomik destek sağlanamaması ya da deprem bölgesine akıtılan harcamaların ülke bütçesine olumsuz etkisi, diğeri ve geri dönüşü en zor hasar ise toplum dokusunun değişmesidir. 1999 depremi sonrası da bazı yerleşimlerde büyük nüfus kayıpları, yerleşimlerin boşalması gibi sorunlar yaşanmıştı ancak 2023 Kahramanmaraş depremleri bölgenin yaşamsallığını ve yerleşim kültürünü kökten etkileyecek bir durum oluşturdu. Kentlerde mahalleler boşaldı, insanlar kendi imkanları çerçevesinde farklı kentlere dağıldılar. Mahalle kültürü halen süren pek çok yerleşimde insanların, ailelerin bu derece farklı farklı yerlere göç etmesi depremi yaşayan kentlerin boşalmasının yanı sıra bu toplulukların birbirinden ayrışmak zorunda kaldığı, toplum psikolojisini de derinden yaralayan durumlar oluşturdu.
Deprem bölgesinde doğru ya da yanlış alınan planlama kararlarıyla gerçekleştirilen uygulamaların, hızlı ya da yavaş olsun her durumda bu kadar büyük bir alanda bu kadar çok sayıda yapıyı yerine geri getirmesi olanaksızdır, dolayısıyla artık başka coğrafyalarda başka kentlerde yaşamını yeniden kuran bireylerin, ailelerin doğdukları büyüdükleri kendi topraklarına dönmeleri, yaşamı eskiden olduğu gibi kurgulayarak kaldıkları yerden devam etmeleri gibi bir durum söz konusu olamayacaktır. Çok geniş bir bölgeyi bu derece ağır etkileyen bir depremden sonra konuşulması gereken yalnızca planlama ve mimari yapılaşma değil, çok daha üst ölçekte kentlerin ekonomisinin yeniden kurulması ve toplumsal yapının yerel kültürün devamını sağlamaya olanak verecek şekilde oluşturulmasına imkân tanınmasıdır. Aslında deprem kentlerinde verilecek her türlü plan kararı ve her türlü yapı, apartman, konut, çarşı, dükkan vb. mimarlık ürününde zihnin gerisine yön verici etmenin bu dürtü olması gerekir. Bu derece yıkıma maruz kalmış ve can kaybına uğramış kentlerde artık “sürdürülebilirlik” kavramının karşılığı kalmamaktadır, “yeniden kent yaşamının doğuşu” amaç olmalıdır. “Dirençli” olmadığı ortaya çıkan kentlerde bundan sonra hem fiziksel ve mekânsal hem de toplumsal bağlamda dirençli ve sürdürülebilir “yeni kentin” nasıl olması gerektiği tanımlanmalıdır.
Bu süreçler de kuşkusuz katılımcı bir yaklaşımla meslek odalarını, üniversitelerin ilgili birimlerini, sivil toplum kuruluşlarını ve yerel toplumu kapsayacak şekilde geliştirilmelidir. Ancak şimdiye kadar bu bir buçuk yılda yaşadığımız deneyim, çok merkezi olarak her türlü planlama ve uygulama kararlarının alındığı bir süreçtir. Antakya’nın planlanmasında diğer kentlerden farklı olarak yerel toplantılarla sürecin katılımcı yürütüldüğü gibi bir izlenim uyandırılsa da bu toplantıların birlikte tartışarak çözüm üretme değil, planlamayı yürüten otoritenin yerele bilgi aktardığı tek taraflı bir yaklaşımla sürdürülmüş olması, süreçlere katkı koymak isteyen meslek odalarının temsilcileri tarafından sıklıkla dile getirilmiştir.
Depremin sıcak etkisi geçtikten sonraki süreçte yaşanan bu aşırı merkezi, sürekli karar değiştiren, muğlak ve puslu ortam, yerelin kültürünü reddeden dayatmacı kimliğiyle kentleri biçimlendirmeye başlamıştır. Gelinen bu noktada, deprem yıkımlarından ders alma tartışmasının ötesinde bu sefer de yeni bir toplumsal sorunlar yumağı oluşturan durum söz konusu olmaktadır. Ne insanın ne de mimarlığın özne olmadığı, yalnızca bir araca dönüştüğü bu yeni yerleşim birimlerinin kente “dönüşmesi” nasıl sağlanacaktır?
Türkiye’nin deprem gerçekliğinin bir boyutu depremde yıkılmayacak, insan öldürmeyecek kentler oluşturmaksa bir diğer boyutu da ülkenin mevcut yapı stoku dikkate alındığında bir deprem yaşandığında sonrasında nasıl bir planlama ve mimarlığın olması gerektiğidir. 6 Şubat depremleri depreme dirençli kent geliştirmekte tıpkı 25 yıl önce yaşanan 1999 Büyük Marmara Depremi’nde olduğu gibi sınıfta kaldığımızı göstermekle kalmamış, aynı zamanda deprem sonrası bilimsel ve insani değerleri önceleyen akılcı planlama ile süreçlerin doğru ve hızlı yürütülerek deprem mağdurlarının hem fiziksel hem de psikolojik yaralarının sarıldığı bir sürecin yaşanamamış olması, gelecekte olabilecek depremler ve özellikle de beklenen Marmara-İstanbul depremi açısından toplumda büyük bir tedirginlik yaratmıştır. Marmara Bölgesi’nde yapı stokunun 1999 depremi sonrasında, güçlendirme ya da yeniden yapım ile halen büyük ölçüde depreme dirençli hale getirilememiş olması, bu bölgede yaşayan insanlarda ve toplumsal bazda büyük bir endişe yaratmıştır. Bir de 6 Şubat depremleri sonrasının izlenimleri; deprem sonrası yardımların ulaştırılamaması ve kaos ortamı, ardından mülkiyet hakkını gözetmeyen aceleci ve sorgulamaya açık olmayan otoriter kararlarla yürütülen plansız yapılaşma uygulamalarının izlenmiş olması Marmara bölgesinde yaşayanlarda özellikle de İstanbulluların toplumsal psikolojisinde travma düzeyinde bir hassasiyet oluşturmuştur.
Mimarlar Odası bütün bu yaşananların bilinciyle 49. Dönem Çalışma Programına “afet” konusunu güçlü bir şekilde eklemiş, “Türkiye’nin Deprem Gerçeği” başlığı ile Marmara Bölgesi şubeleriyle ortak bir sempozyumla, kentleşme ve mimarlık ekseninde deprem gerçekliğini değerlendirmiştir. İkinci bir etkinlik 6 Şubat depremleri bölgesinde planlanmakta,11 ildeki şube ve temsilciliklerle birlikte kent ve mimarlık konularının yanı sıra ülke ekonomisi, toplum psikolojisi ve bütünüyle yıkılmış kentlerin yeniden yaşatılmasının çok yönlü olarak ele alınacağı bir sempozyum-çalıştay programı gündeme alınmıştır.
Depremde yara oluşturan çarpık kentleşme ve niteliksiz yapılaşmadan yaraları saran planlı kentleşme ve kentin her bir noktasında “mimarlığın” yaşandığı, “insanın” esas olduğu gerçek kentlerin gelişmesine giden yolda, Mimarlar Odası 70 yıllık birikimiyle çalışmaya, fikir geliştirmeye ve görüş bildirmeye devam edecektir.
Bu icerik 21 defa görüntülenmiştir.