436
MART-HAZİRAN 2024
 

MİMARLIK'tan

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

Yerel Seçimlerin Ardından Yerel Demokrasiye Yeniden Bakmak

Ruşen Keleş, Prof. Dr., AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi, ODTÜ, Kapadokya Üniversitesi

“Günümüzde çağdaş belediyecilik denildiğinde, merkezi yönetimi dışlamayan, onu bütünleyen; eksikliklerini ve aksaklıklarını gideren yerinden yönetim ilkesiyle merkezden yönetimi bağdaştıran, sorumluluk bilinci yüksek, özerk, katılımcı, saydam ve halka yakın bir yönetim tarzı akla gelir. Böyle bir belediyecilik anlayış ve uygulamasının geliştirilmesi doğrultusunda Türkiye’de özellikle çok partili siyasal yaşama geçildiği yıllardan bu yana önemli adımların atılmış olduğuna tanık olduk. Ama buna karşın, gerçek anlamda çağdaş sayılabilecek bir yerel yönetim sisteminin oluşturulabilmiş olduğunu bugün bile söylemek olanağına sahip değiliz.” “Yerel demokrasiyi ve dolayısıyla demokrasinin kendisini merkeziyetçilik virüsünden kurtarabilmenin yolu, hem her düzeyde yönetim görevi üstlenmiş olanların, hem de bizzat halkın kendisinin kenttaş ve yurttaş sorumluluğuna ve haklarına sahip çıkmakta kararlı olmaları şarttır. Bu yönden bakıldığında, her düzeydeki seçimin, konunun özünden çok biçimi ve yöntemiyle ilgili olduğunu savunabiliriz.”

2024 yılının Mart ayı sonlarında, ülkemizde, sayıları 1.500’e yakın belediye başkanlığı ile İl Genel Meclis üyelikleri ve Köy Muhtarlıkları için yerel seçimler gerçekleştirildi. Çok partili siyasal dizgeye geçişimizin üzerinden 75 yıla yakın bir süre geçmiş olduğu düşünülürse, yerel olsun, ulusal olsun, her düzeydeki seçimlerde yöneticilerin ve halkın önemli bir birikime sahip duruma geldiklerini belirtmek yanlış olmaz. Son seçimlerde, sayıları 30 olan anakent (büyükşehir) belediyelerinden, aralarında İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya, Mersin’in de yer aldığı çoğunda iktidar partisine mensup olmayan adayların iş başına geldiğini gördük. Bu yazının amacı, söz konusu seçimleri, seçimlere katılan siyasal partilerin başarım düzeyleri açışından bir değerlendirmeye konu yapmak değil. Sadece, bu vesileyle, ülkemizde yerel demokrasinin bu uzunca deneyime karşın ne düzeyde bulunduğuna kısaca göz atmaktır.

Günümüzde çağdaş belediyecilik denildiğinde, merkezi yönetimi dışlamayan, onu bütünleyen; eksikliklerini ve aksaklıklarını gideren yerinden yönetim ilkesiyle merkezden yönetimi bağdaştıran, sorumluluk bilinci yüksek, özerk, katılımcı, saydam ve halka yakın bir yönetim tarzı akla gelir. Böyle bir belediyecilik anlayış ve uygulamasının geliştirilmesi doğrultusunda Türkiye’de özellikle çok partili siyasal yaşama geçildiği yıllardan bu yana önemli adımların atılmış olduğuna tanık olduk. Ama buna karşın, gerçek anlamda çağdaş sayılabilecek bir yerel yönetim sisteminin oluşturulabilmiş olduğunu bugün bile söylemek olanağına sahip değiliz.

Bilindiği gibi, kamu hizmetleriyle ilgili görevler her ülkede merkezi yönetim kuruluşlarıyla yerel yönetimler arasında paylaştırılmış durumdadır. Görev bölüşümündeki ölçüt, yerel nitelikteki kamu hizmetlerinin halka en yakın olan yönetim basamaklarınca, Türkiye örneğinde olduğu gibi, belediyelerce yerine getirilmesidir. Türkiye’nin de tarafı olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki kural da “yerellik” ve “hizmette halka yakınlık” olduğu halde, ne yazık ki, ülkemizde imar ve planlama gibi konulara, yerel nitelikte olmalarına karşın, merkezi yönetim, kısaca, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, TOKİ, hatta Devlet Demiryolları gibi merkezi kuruluşlar tarafından el konulabilmektedir. Rant yaratarak eşe dosta dağıtmak gibi amaçlarla ormanlık alanların, benzeri yeşilliklerin ve kıyıların merkezi yönetime egemen siyasal iktidarlarca yapılaşmaya açılması her gün tanığı olduğumuz yetki saptırmalarının başında gelmektedir.

Üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin bir sözleşmesi olan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı onaylamış olduğumuz halde, yerel demokrasi konusunda atmamız gereken adımları atmamış olduğumuz açıkça görülüyor. Tersine, atmamamız gereken adımların atıldığını gösteren örnekler var. Bu hukuksal belgeye göre, yerel yönetimlere anayasa ve yasalarla tanınmış olan yetkiler siyasal iktidarlarca zayıflatılamaz. Sınır değişiklikleri de dahil, yerel yönetimleri ilgilendiren her konunun devletçe planlanması ve karara bağlanması aşamalarında uygun zamanlarda ve uygun yöntemlerle halka danışılması gerekir. Türkiye hem katılımcılığı önceleyen bu kurala, hem de siyasal iktidarların ellerindeki ekonomik kaynakları yerel yönetimlerin siyasal hareket özgürlüklerini kısıtlamayacak bir biçimde kullanmaları gerektiğine ilişkin kurala çekince koymuş, yani kendisini hukuken bu kurallarla bağlı duruma getirmekten kaçınmıştır. Bunun gibi, Şart, devletin belediyelere yardımlarının “özel amaçlı” değil, fakat özerklik kuralına daha uygun düşen “genel amaçlı” yardım olmasını öngören kuralına da çekince koymuştur. Daha da önemlisi, devletin yerel yönetimler üzerindeki gözetim ve denetiminin (vesayetinin) yerel özerklik açısından yeğlenmesi gereken “hukuka uygunluk” denetimi yerine, uygulamada sürekli olarak “yerindelik denetimi” gibi keyfiliğe açık bir denetim biçimini yeğlemekte olması, devletimizin “merkeziyetçilik” virüsünden henüz kendini kurtaramamış olduğunu göstermektedir.

Ülkemizde yerel demokrasiyi merkeziyetçilik virüsünden kurtarabilmek yerel yönetimler üzerindeki devlet denetim ve gözetiminin, yani vesayet yetkilerinin akla uygun ve çağdaş ölçülere indirilmesini zorunlu kılmaktadır. 1982 tarihli Anayasamızın 127. Maddesi, devletin yerel yönetimler üzerindeki vesayet yetkilerinin dört amaçla kullanılabileceğini öngörmüştür. Bunlar, yerel hizmetlerin, yönetimin bütünlüğü ilkesine uygun olarak yerine getirilmesi, kamun görevlerinde birlik ve bütünlüğün sağlanması, toplum yararının ön plana çıkarılması ve yerel kamu hizmeti gereksinmelerinin karşılanmasıdır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimler üzerindeki devlet vesayetinin, vesayet ile güdülen amaçla “orantılı” bir biçimde kullanılmasını öngörmüş olduğu halde, Türkiye bu kurala da çekince koyarak, devletin yumruğunu, sürekli ve orantısız bir biçimde yerel yönetimlerin omzunda bulundurma seçeneğini tercih etmiştir.

5393 sayılı Belediye Yasamızın 13. Maddesi, belediyelerin halka yapacakları yardımlarla ilgilidir. Bu maddenin son fıkrasında, “Belde sakinlerine yani halka, hemşerilere belediyelerce yapılacak yardımların ‘insanlık onuruna aykırı olarak yapılamayacağı’ kurala bağlanmıştır”. Ama ne yazık ki, son yıllarda yardımlar ve özellikle yoksul yurttaşlara yardım niteliğindeki iftar sofralarında gösterişçi tavırlar ve siyasallaştırma eğilim ve uygulamaları ne Belediye Yasamızın kuralları ve ne de çağdaş demokrasinin özüyle bağdaşmaktadır. 2020-2021 Nisan ve Mayıs aylarına rastlayan Ramazan’da iftar yemeklerinin yapılamaması, kanımca Koronavirüs salgınının en olumlu yönlerinden biri olmuştur. Yardımların yardıma muhtaç olanlara “gösterişçi uygulamalarla” yapılmaması gereğine, bundan 700 yıl önce, Fatih Sultan Mehmet de, vasiyetnamesinde dikkat çekmiştir: “Ben ki İstanbul Fatihi Abd-i Aciz Fatih Sultan Mehmet’im. Külliyemde bir imarethane yani aşevi inşa eyledim. Şehit ve şühedanın aile üyeleri ve İstanbul kentinin yoksul halkı burada yemek yesinler diye bu imarethaneyi yaptırdık. Ancak bir şartım var: Bu yoksul insanlar, yemek yemeye ve almaya bizzat kendileri gelmeyip, yemekleri güneşin loş bir karanlığında, kimse görmeden, kapalı kaplar içinde evlerine götürüle ve kendilerine teslim edile.”

Yapılmaması gerekmekle birlikte yapılan ve yerel demokrasi açısından olumsuz bir davranışı simgeleyen örneğe de 2019 Koronavirüs salgınından sonra tanık olduk. Salgının yaygınlaşmasının ardından birçok belediye yardım kampanyası başlattı. Yardım kampanyası sürecinde kendilerini ortaya atan belediyeler, Partili Cumhurbaşkanı’nca “devlet içinde devlet gibi davranmakla” suçlandılar. Buna ek olarak da, İçişleri Bakanlığı, belediyelerin bu amaçla açtıkları banka hesaplarını dondurduğu gibi kimi belediye başkanları hakkında da soruşturma başlattı. Gerginliğin boyutlarının büyümesinde, kanımca, Cumhurbaşkanı’nın hem Cumhurbaşkanı, hem de bir siyasal partinin genel başkanı olmasının payı vardır. Oysa yürürlükteki Belediye Yasasının belediyelerin yetki ve ayrıcalıklarıyla ilgili maddesine göre belde sakinlerinin ortak nitelikteki gereksinmelerini karşılamak amacıyla her türlü faaliyet ve girişimlerde bulunmak belediyelerin yetkileri arasındadır. Benzeri bir kural, Büyükşehir Belediyeleri ile ilgili 5216 sayılı yasada da vardır.

40 yıl önce Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan bir yazımın başlığını, “95 Yaşında Emekleyen Bir Bebek: Türk Belediyeciliği” olarak koymuştum. Savunduğum tez şuydu: “Bir ülkede demokrasinin kendisi henüz ayakları üstüne oturmamış ve varlık yokluk savaşı vermekteyse, o ülkede yerel yönetimlerin gerçek anlamda demokratik ve özerk siyasal kuruluşlar olmasını beklemek gerçekçi olmaz.” O yazıyı bugün yeniden kaleme alacak olsaydım, başlık herhalde “135 Yaşında Emekleyen bir Bebek: Türk Belediyeciliği” olurdu.

Rahmetli mimar ve ozan dostum Cengiz Bektaş’ın, yerel demokrasi açısından da büyük önem taşıyan şu sözleri yaşamsal önemdedir: “Kenti yaratan insandır. İnsanı yaratan da kenttir. Kentli her şeyden önce kentli olmanın sorumluluklarını taşıyan kimsedir.” İstanbul’u “kentliliğin okulu” olarak niteleyen Cengiz sözlerine şunları da eklemiştir: “Kent kırdan geleni kentli yapamıyorsa kent olmaktan çıkar. Kentli olmak, insan içinde oturup kalkmayı, konuşmayı, kentli gibi yiyip içmeyi öğrenmekten de öte, kente ilişkin kararlara katılabilmekle başlar. Bunun ön koşulu ise, demokrasi kültürünü özümsemektir.”

Batı dillerinde kentlilik, kenttaşlık (hemşehrilik), yurttaşlık (citizenship) ve uygarlık (civilization) aynı kökten (city, cité, civitas) gelen sözcüklerdir. Bu köken ilişkisi çok anlamlı bir ilişkidir. Genel ve yerel seçimleri, biçimsel olarak, bir yüzyıla yakın süreden beri yasalara uygun bir biçimde yapıyor olsak da, ne yazık ki yerel demokrasinin ülkemizde ağır aksak gelişmekte olmasının ardındaki temel nedenlerin başında, gerçek anlamda “kentlileşmiş” olamamak geliyor. Ülkenin en büyük kenti İstanbul’un Beyoğlu, Kadıköy, Şişli, Üsküdar, Beşiktaş, Kasımpaşa gibi semtlerinde doğmuş, büyümüş ve yaşamakta olsalar da, insanlarımız “köylülüklerini kentte de sürdürdükleri sürece” yerel demokrasiyi güçlendirme şansına sahip olamayız.

Yerel demokrasiyi ve dolayısıyla demokrasinin kendisini merkeziyetçilik virüsünden kurtarabilmenin yolu, hem her düzeyde yönetim görevi üstlenmiş olanların, hem de bizzat halkın kendisinin kenttaş ve yurttaş sorumluluğuna ve haklarına sahip çıkmakta kararlı olmaları şarttır. Bu yönden bakıldığında, her düzeydeki seçimin, konunun özünden çok biçimi ve yöntemiyle ilgili olduğunu savunabiliriz.

KAYNAKLAR

Keleş, Ruşen, Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem Yay., İzmir, 2023 (13. Basım).

Keleş, Ruşen, Yerinden Yönetim: Fransa, İtalya, Fransa, İmge Yay., Ankara, 2020.

Keleş, Ruşen, “Yerel Demokrasinin Önündeki En Büyük Engel: “Vesayet Virüsü”, İstanbul, Kent Araştırmaları ve Düşünce Dergisi, 2021, no:1, ss.78-80.

Bu icerik 438 defa görüntülenmiştir.